Yemeğiyle, adetleriyle, tarihiyle: Hıdrellez!

Bahar bayramları yumuşak karnım, yeme içmeyle bağlantılı çok gün olsa da ben en çok bahar bayramlarının yemek ritüellerini severim. (Daha önceki diğer bahar bayramlarıyla ilgili yazılara bakmak isteyenleri buraya, şuraya ve oraya alalım!)

Nevruz, Siboro, Çarşema Sor, Pesah, Paskalya, Dita e Verës geçti bile. Hıdrellez, bu coğrafyanın artık sonuncu bahar bayramı sayılır, zira bundan sonrası haniyse yaz… Zaten pagan geleneklerle 21 Haziran’daki gündönümü “yaz bayramı” oluyor. Peki baharın bu son büyük gününde yenmesi adet olmuş yiyecekler, yemekler var mı? Ay elbette, olmaz mı!

Büyük Gazete, “Bu sene Kâğıthane safaları eski zamanları hatırlatacak derecede güzel olmaktadır.” (Cengiz Kahraman & Mehmet Yüce, Fotoğraf ve Haberleriyle İstanbul Hafızası, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, 2020)

Hıdrellezde evvela üç şey muhakkak yenir, biri hamur işi, biri sütlü/sütten yapılan gıda, bir de tatlı bir şey Hıdrellez sofrasında mutlaka bulunur. İlkinin kökeni basit: Hamur zaten her özel günde karşımıza çıkar, çünkü tahıl bereketi simgeler, hamur tutmak ise tarihte her dönemde, her kültürde bereketi çoğaltmak olarak kabul görür. Hıdrellezde özellikle sabah çiğiyle (yani vahşi mayayla) hamur mayalamak yaygındır. Artık tuttuğunuz hamurla ekmek mi pişirirsiniz, pişi mi kızartırsınız, şerbete bandırıp tatlı mı yaparsınız, tabii orası size kalmış…

Süte gelince, bahar malum ki sütün en bol olduğu vakit; yavrulanmış, sütler artmış; e haliyle Hıdrellez sofrasına süt ve sütten mamul gıdalar illa ki girer. En güzeli, elbette sabahın halis sütüyle muhallebi gibi bir tatlı yapmaktır (hem dedik ya, sofrada tatlı da olacak!) ama tıpkı hamurda olduğu gibi, çiğle mayalanmış yoğurt da, peynir de olabilir. Peynir demişken, buna ayrı parantez açmak lazım. Birkaç sene evvel, İstanbul’un kendine has “çayır peyniri” diye bir peyniri olduğunu ve özellikle Hıdrellezi kutlamak için pikniğe kırlara gidilen günlerde yendiğini öğrenmiştim. Mantığı tam da bu “taze peynir” mantığı: Sabah erkenden sağılan sütler hemen mayalanıp kestiriliyor, taze otlara sarılıyor ve taze taze yeniyor. (Bu unutulan tarifi bu yaz Enstitü İstanbul İSMEK’lerin hatırladığını öğrenip daha da mutlu oldum, hocalarla reçete çalışmışlar.) Dolayısıyla yoğurt mu mayalarsınız, peynir mi yaparsınız, yoksa lıkır lıkır içer misiniz bilmem, ama sofrada süt ve sütlü gıdaya yer açmak lazım.

Sonuncu “şart” ise tatlı. Kutlama demek zaten tatlı demektir biraz, değil mi? Hıdrellez de bu bakımdan bir istisna değil. Geleneksel tatlılarımızın hamurlu, sütlü ve meyve tatlıları şeklinde üç gruba toplanabileceğini düşünürsek, ilk ikisinden birini tercih ederseniz sofranın iki şartından biri zaten yerine geliyor. Ama elbette “tatlı” olarak turfanda ve yeni çıkmış meyveler de tercih edilebilir. Bugün veya herhangi bir gün, mevsimin ilk meyvesini yerseniz, eskilerin yaptığı gibi “Eski ağza yeni taam (yemek)” deyip kahkaha atabilirsiniz, yeni bir şey yendiğinde gülünürse onun bolluk bereket ve sağlık sıhhat getireceğine inanılırmış, ama bence eskiden her şeye her zaman ulaşamamanın getirdiği yenilik sevinciyle gülerlermiş!

Şimdi gelelim masadaki “opsiyonel” kısma: Kuzu veya oğlak. Nasıl ki Paskalya Hristiyanlar için bir “kışın orucundan sonra baharla gelen et bayramı” ise Hıdrellez de bilhassa Müslümanların “et bayramı” olmuş. Yakın tarihki bu iki kutlamadan önce, celepler pek kuzu, oğlak işlemezmiş. (Bunda muhtemelen yavruların en azından belli bir boya gelene kadar korunması amacı var.) Hıdrellez ise bir kutlama günü olarak -yine tıpkı diğer düğün dernek bayram günlerinde olduğu gibi- sıradan halkın kuzu/oğlak çevirme gibi istisnai et yediği günlerden… Pikniğe, sayfiyeye sefaya gidildiğinde o gün kuzu ve oğlak kapama yahut çevirme yemek adettenmiş, buna bol taze otlar, yeşillikler, mayalanan yoğurttan ayranlar ve pek tabii rakı ile duziko başta olmak üzere içki de eşlik edermiş. Ayrıca sanılmasın ki Hıdrellez’i sadece Müslümanlar kutlarmış, bilhassa İstanbul’da her dilden şarkının, polkanın, dansın birbirine karıştığı, pek şenlikli bir gün olarak tasvir edilir Hıdrellez.

6 Mayıs 1928, Cumhuriyet Gazetesi, Namık Görgüç: Mektepliler Bayramı (Cengiz Kahraman & Mehmet Yüce, Fotoğraf ve Haberleriyle İstanbul Hafızası, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, 2020) “Kâğıthelvası, vaktiyle Hıdırellez’den az önce ortaya çıkardı. Satıcıları Müslüman Arnavutları; Manastır vilayetinin Debre sancağı halkındandılar. Anadolu yakası sayfiyelerinde, Boğaziçi köylerinde sokak sokak, yalı boylarında kayıkla kıyı kıyı dolaşırlar, seslerini duyan çocuklar sevinç içinde pencerelere, kapı önlerine koşuşup çağırırlar. İstanbul ve Beyoğlu taraflarında bunlara hemen hemen hiç rastlanmazdı. Kendimi bildim bileli hiçbir dükkânda bulunmaz. Piri her kim ise sanki seyyar satılmasını vasiyet etmiş.”
 
Sermet Muhtar Alus, Akşam, 28 Nisan 1946 (İstanbul’un Geçmiş Günlerinde Yeme İçme içinde, Can Yayınları, 2021)

İlginçtir, Cumhuriyet kurulduktan sonra bu halk bayramı geleneği “Mektepliler Bayramı” ile devam ettirilmiş. Genelde Hıdrelleze denk gelen ya da yakın günlerde okullu çocuklar pikniğe götürülür, Kuleli öğrencileri başta olmak üzere bazı forslu okulların öğrencilerine kuzu ziyafeti çekilirmiş. (Sermet Muhtar Alus bilhassa bu kuzu ziyafetinin okulda çıldırasıya bir merakla heyecanla beklendiğini öyle güzel anlatır ki…) Bu Mektepliler Bayramı ve Hıdrellez günlerinde, satıcıları muhakkak Arnavut olan kağıt helva satıcıları da çayırlara çıkar, yine bugün bizim için basit olan ama o dönem sadece belli zamanlarda, belli yerlerde ulaşılabilen bu tatlıya pek talep olurmuş.

Baharın sunduğu sütle, yumurtayla, etle, yeşilliklerle, hatta o yeşilliklerin, çiçeklerin üstündeki sabah çiğinden bile faydalanılarak kurulan ve tatlıyla taçlandırılan bu bahar sofralarına elbette başka birçok adet daha eşlik ediyor, güle asılan, dibine gömülen, denize/akar suya bırakılan dilekler; bahar rüzgarıyla bereket dolsun diye açık bırakılan cüzdanlar, keseler, kavanozlar, kiler kapıları; Nevruz kutlamalarında olduğu gibi üstünden atlanan ateşler; yedi yerden su alıp içine yedi çeşit çiçek atarak o suyla el-yüz-saç yıkamalar…

En sevdiğim fotoğraflardan biri, Mecidiyeköy’ün henüz Mecidiye Köyü, yani bir bostanlık alan ve hayvancılık köyü olduğu zamandan… Akşam gazetesinde 10 Mayıs 1932 günü yayımlanan fotoğraf, gazetenin foto muhabiri Faik Şenol tarafından çekilmiş. (Cengiz Kahraman & Mehmet Yüce, Fotoğraf ve Haberleriyle İstanbul Hafızası, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, 2020) “Beyoğlu hatta Şişli’nin iç tarafları sıcaktan cayır cayır yanarken Mecidiyeköy püfür de püfür eser! Havası, manzarası, Ertuğrul Muhsin Bey’in tabirince “haaarikulade” güzel olan Mecidiyeköy’ün suyu da hem bol hem de nefis Hamidiye suyudur. Köyün önündeki dutluktan başka karşı tarafta bir dutluk daha vardır ki o civarın asıl mesiresi bu ikinci dutluktur. … Büyükdere şosesinin solundaki asıl dutluk denilen bu umumi mesire yerinin en hoş tarafı da Kolinin Bahçesi’dir. Burada yeşil çardakların altında cuma pazar gramofonlar kurulur, mandolinler, kitareler çalınır, danslar edilir ve seyyar Fotoğrafçı Tebrizli Ali Efendi’ye boyuna resimler çektirilir.”
 
Osman Cemal Kaygılı, Yeni Gün, 1931 (Köşe Bucak İstanbul içinde, Can Yayınları, 2019)

Şu soruyu kendime az sormadım: Mayısın 5’ini 6’sına bağlayan gecede yapılan bu hazırlıklar, 6’sı günü yenenler ve diğer tüm gelenekler, benim gibi spiritüel olmayan birine bile neden ilginç ve sevimli geliyor? Sonra cevabın basit olduğuna karar verdim: Yiyip içip eğlenmek, hayattan kâm almak için spiritüel olmaya gerek yok. Bizden önceki kuşaklar da eğlenmeye ihtiyaç duyuyordu, bunun için bizim kadar imkana sahip olmadıklarından kendilerine “özel günler” belleyerek bahane yaratmışlardı. Hem çok insani hem de çok akıllıca! Çünkü biz “homo ludens”iz, eğlenmeyi, oyunu, gülmeyi seviyoruz, buna ihtiyaç duyuyoruz. Bahar gibi taa iliklerimize kadar işleyen, evrimsel olarak dahi bünyemizdeki etkilerini reddedemeyeceğimiz bir dönemin gelişini mi kutlamayacağız? Pek güzel de kutlarız!

Kutlayalım o halde, şen olsun, bereketli olsun Hıdrelleziniz!

Yorum bırakın