2023 fırtınalar estirirken ne okudum, ne izledim?

Ne yıldı ama!

Hayatımın en yoğun, en çok çalıştığım, en çok alt üst olduğum senesini geride bıraktım ve izlediklerimi, okuduklarımı yazmay ancak mecal bulabildim. Oradan anlayın 2023 beni nasıl dağıtmış! Ki 2022 de az yoğun değildi, o yüzden geçen sene söylediklerimin çoğu bu yıl da geçerli: Kendi keyfime, iş güç bağlantılı olmadan okumaya daha az vaktim kaldıkça, daha az deneysel metin okudum, daha “güvenli” sularda gezdim. Doğrusu çok pişman da değilim!

Geçen sene üç ayrı Annie Ernaux romanı okumuş ve hatta üstüne bir makale yazmıştım Ernaux’nun, sonra da eski seneyi Seneler ile kapatmıştım. Bu da bir nevi adet oldu bende sanırım, bu sene de üç Ernaux romanı okudum ve seneyi Kızın Hikâyesi ile kapattım. Olay, bir dönem kürtaj olmanın nasıl bir stigma olduğunu muhteşem anlatması bakımından ayrı bir yere sahip. Bir Kadın ise Ernaux’nun bu kez annesi hakkında yazmasına tanıklık ettiğimiz kitap, ki en sevdiğim Ernaux kitaplarından biri Babamın Yeri, fakat annesini anlattığı bu metin diğeri kadar çarpmadı beni. Kızın Hikâyesi ise Babamın Yeri ve Seneler‘le birlikte ilk üçüme girdi! Ah sevgili Annie Hanım, nasıl güzel sarsıyorsunuz bizi!

Yılın diğer üstümde iz bırakan iki kitabı, benim “okuyunca çok seveceğimi bildiğim ama okumayı beklettiğim” kitaplardan Minare Gölgesi ve Tamirci. Ergin Ergönültaş’ın Minare Gölgesi romanı gerçekten acayip bir etkileyiciliğe sahip. Gerçeküstü detaylara rağmen, sanki “Evet şurada, orada, her yerde yaşanıyor bunlar” diyebilirsiniz, çünkü kahramanları her yerde. Çok etkiledi beni ve bir gün umarım gerçekten filme dönüşür. 7-8 yıldır beklettiğim bu kitaptan sonra, 4-5 yıldır rafımda duran Tamirci’yi elime aldım. Malamud’un bu romanının sert olduğunu biliyordum, fakat beni beklediğimden de çok darmadağın etti. Güçlü soruları olan, güçlü bir roman ve kesinlikle okunmayı hak ediyor.

Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme, benim gibi dev bir Barış Bıçakçı fanı olmayan birini bile bazı öyküleriyle allak bullak edip kitaba yapıştıracak bir öykü derlemesiydi. Ama öykü dendi mi, benim için Türkiye’nin en önemli öykücülerinden biri Füruzan’dır. Onu ilk 21 yaşında okumuş ve çarpılmıştım. Şimdi bu yaşımda yine, büyük bir zevkle, hatta sanırım daha iyi anlayarak, daha da etkilenerek okudum Benim Sinemalarım‘ı. Ne diyebilirim ki? Muhteşem bir kalemsiniz Füruzan Hanım, detayları yakalayan zihninizi okuyabildiğimiz için müteşekkiriz.

Yabancı edebiyat alanındaki üç kitaptan daha bahsederek bu edebiyat faslını kapatmak isterim. Şehrazat: 17 Yaşında, Esmer, Kıvırcık Saçlı, Yeşil Gözlü yine benim yıllardır raflarımda duran kitaplardandı ve onu okuyunca fark ettim ki, okuduğum Fransa menşeili edebiyat ürünleri hep “beyaz Fransız” mahsulüymüş. İlk defa “ayı”ları (siyah, Afrika kökenli Fransız vatandaşlarını aşağılamak için kullanılan bir tabir) anlatan bir kitap okumuşum. Üstelik 80’lerin başında, hem bir yandan komünizm korkusunun hem de squat evleri gibi punk ruhun egemen olduğu bir devirde geçiyor kitap. Farklı bir bakış açısı görmek açısından çok hoşuma gitti. Monique Truong’un yazmış olduğu Tuzun Kitabı ise henüz Fransız sömürgesi boyunduruğu altında olan bir Vietnam’da ve sonra 1900’ler başı Paris’inde geçen, enteresan bir kitap. Eşcinsel olduğu için, yanında çalıştığı sömürge valisinin gey şefiyle yaşadığı ilişki sonrası babasının evden kovduğu kahramanımız, son derece iyi bir aşçı olduğunu kanıtlayıp “hanımlarım” diye bahsettiği lezbiyen bir çiftin hususi aşçısı olduğunda, onun hikâyesini öğrenmeye başlıyoruz. Baba ve oğul çatışmasından sömürgeci-sömürge ilişkisine çeşitli analojiler kurulabilecek, okuduğuma çok memnun olduğum bir kitaptı. (Sadece maalesef çevirisi biraz takır tukur.)

Kurmaca olmayan ve ikisi de pek şahane iki kitaptan daha hassaten bahsedip bu faslı kapatayım: İslam Çupi’yi ben yalnız spor yazarlığı ile bilirdim, fakat Hey Gidi İstanbul‘da pek güzel bir İstanbul anlatısı yaratmış rahmetli. Eski Cağaloğlu gazetecileri, surların az dışında Çingene çadırları, bostanları, Pera’sı Ada’sı Moda’sıyla -nostaljik olmaktan fersah fersah uzak- çok gerçek ve çok hoş bir anlatı. Ama yılın benim için esas hazinesi, pek kıymetli Vedat Ozan’ın hediyesi, 1946 yani ilk basım bir Eski İstanbul Yaşayışı nüshası oldu. Musahipzade Celal’in bu klasik kitabını okurken pek eğlendim. İstanbul hakkında öğrenmeye doyamadığım, her yıl bu şehir üstüne daha önce okumadığım şeyler okuduğum düşünülürse bu iki kitabın bana neden hususi bir zevk verdiği daha iyi anlaşılır sanırım.

Her zamanki gibi, bold’lar “Muhakkak okunmalı” dediğim, italikler tekrar okuduğum, italik boldlar ise yeniden okuyup yeniden bayıldığım kitaplar demek. Umarım bu küçük liste size ilham verir!

Şehrazat: 17 Yaşında, Esmer, Kıvırcık Saçlı, Yeşil GözlüLeila Sebbarİletişim Yayınları
Buyurun ZiyafeteVedat Milorİletişim Yayınları
Mutfağın SarayıYasin Baturhan Ergin Cezve Kitap
Bavula SığmayanNermin YıldırımHep Kitap
Minare GölgesiErgin Gönültaşİletişim Yayınları
Hey Gidi İstanbulİslam Çupiİş Kültür Yayınları
Bir KadınAnnie ErnauxCan Yayınları
Şiddetin TarihiEdouard LouisCan Yayınları
Çağdaş Sanatın SahtekârlığıAvelina LésperTellekt
AfyonGéza CsathCan Yayınları
OlayAnnie ErnauxCan Yayınları
Gülsün, Agavni, ZilhaTomris AlpayAyizi Kitap
Benim SinemalarımFüruzanYKY
Tuzun KitabıMonique TruongRuhun Gıdası Kitaplar
Doğum Lekesi Gibi Bir GülümsemeBarış Bıçakçıİletişim Yayınları
Dinlenme ve Rahatlama YılımOttessa Moshfeghİthaki Yayınları
Eski İstanbul YaşayışıMusahipzade CelâlTürkiye Yayınevi
Affedersiniz İçedönükGözde AttilaDoğan Kitap
TamirciBernard MalamudKafka Kitap
Kızın HikâyesiAnnie ErnauxCan Yayınları

Bu kitaplardan sonra, izninizle “iş maksatlı” ilgilendiğim, ama okur olarak okusaydım da keyif alacağım bazı kitaplardan bahsetmek istiyorum. Göç hikâyelerine hep özel bir ilgim vardır, Bosna’dan başlayıp yine pek sevdiğim Ankara’ya uzanan bir aile hikâyesi, aynı zamanda Türkiye’de kolonyanın tarihi Yüz Yıllık Bir Koku Hikâyesi. Benim gibi gündelik hayata dair tarihî detayları öğrenmeyi seviyorsanız çok hoşunuza gidecektir. Sicilya Aslanları, Sicilya’yı ticaret yıldızı haline getiren, zamanında adanın en güçlü ailesi oalrak saraylar, opera binaları inşa ettiren Florio ailesini anlatan bir tarihi roman olarak bana çok şey öğretti. Anneliğin Sıra Dışı Tarihi, tarihçi Sarah Knott’un “klasik tarihçiler”in hiç ilgilenmediği, halbuki insanlık tarihinde büyük, basbayağı yaşamsal önemde büyük yer kaplayan “annelik” meselesinin tarihini yazdığı kitabı olarak, başta feministler olmak üzere bence gündelik hayat tarihine kafa yoran herkesin okuması gereken bir kitap. Dr. Aviva Romm’un kadın hormonlarını a’dan z’ye ele aldığı kitabı Hormonal Zeka da bence her kadının elinin altında olmalı. Kadınlarda daha çok görüldüğü düşünülen, ama aslında erkeklerin de sık sık mustarip olduğu imposter sendromuna dair Türkçedeki ilk kitap olan Neden Kendimi Yetersiz Hissediyorum? Imposter Sendromu ve Yetersizlik Duygusu bu konu üzerine uzmanlaşmış klinisyen Michaela Muthig’in hem kolay okunan hem de yol gösteren çok başarılı bir kitabı. Senenin “guilty pleasure”ı ise Prens Harry’nin “royal dedikodu” kitabı Yedek. Fakat bilhassa çocukluğunu, annesini anlattığı yerlerde insanın içi cız ediyor. Son olarak, geçen senenin cumhuriyetimizin 100. yılı olduğu düşünüldüğünde, maalesef buna yönelik yayınlar, beklenene kıyasla pek az kaldı. Umarım bu sene daha fazlası çıkar, ne de olsa 100. yıl 2024 Ekim’e kadar devam edecek. Fakat kendi adıma, daha Mayıs ayından, hem de eşzamanlı çıkan iki Cumhuriyet’in 100. Yılı kitabı hazırlamış olmaktan mutluyum. Dilerim 2024 okuduklarım açısından da, hazırladıklarım bakımından da bereketiyle gelsin! (Laf aramızda, öyle de olacak gibi duruyor!)

Gelelim izlediklerime… Bunca yıldır söylediğim üzere, iyi bir izleyici değilim. Sürekli bir şey izleyebilenlerden olamıyorum. İşin aslı, aşağıdaki liste hani neredeyse izlediğim “her şey”i kapsıyor diyebilirim, üç-beş YouTube içeriğini de dahil etsek neredeyse tüm ekran dökümümü yapmış olacağım! Fakat enteresan biçimde bu yıl listem, benden hiç beklenmeyecek kadar “güncel” içerik dolu, doğrusu çok şaşkınım! Önemli filmleri, dizileri sıcağı sıcağına izlemişim bu yıl! Eh, bu durumda varsın tüm izlediğim bu kadar olsun.

Bilhassa Kurak Günler ve Napoleon‘u izlemekten müthiş keyif aldım. Emin Alper’i zaten çok severim, Kurak Günler’in git gide tırmanan gerilimi de çok iyiydi. Napoleon’a gelince, talihin pek yardım ettiği bir Napoleon portresi vardı karşımızda, ki doğrudur, bazılarına talih yardım eder. “Büyük komutan”ın başta nerede ne yapacağını bilmeyen, hatta savaştan ürken yapısıyla, cinsel açıdan takıntılı oluşuyla, son derece insani ve şahsen izlerken dev eğlendiğim ayrıntıları barındıran bir portresini yaratmıştı yönetmen. (Filmden “belgesellik” bekleyenleri ise buradan kınıyorum! Savaş sahnelerinin muhteşemliği niye yetmiyor da illa bir höy höy komutan anlatısı bekleniyor, bilmiyorum.) Oppenheimer‘da da keyif aldım, ama doğrusu ölüp bitmedim.

Diziler tarafına gelince, ilk sezonuna bayıldığım Kulüp‘ün 2. sezonunda aynı tadı bulamadım. Hikayenin fazla kişilere odaklanması anlatımı sıkıcılaştırmıştı. Ki, pek bayıldığım, koskoccaaaa The Crown bile bundan mustarip bu sezon. Nerede dizinin ilk iki sezonu, nerede bu sezonlar. Neyse, kraliyet ambargosu herhalde… The Fall of the House of Usher da beklediğim tadı vermedi, fakat allah için, ışık kullanımı, renkler ve görüntü yönetmenliği nefisti. Bu yıl izlediğim en güzel dizi ise kesinlikle bir anime olan Ooku: The Inner Chambers. Şahsen tam da ilgi alanıma düşen şogunluk dönemine odaklanmış olması tabii ki benim için bir artıydı, ama alternatif tarih evreni yaratan yapımlar da -bu iş iyi kotarıldığında- apayrı bir tat veriyor. Kadın bir şogun yaratan Ooku, karakterlere dair analizleriyle de nefisti, mutlaka izlenmeli. Benzer bir durum Queen Charlotte‘ta da var: Bridgerton gibi çok eğlenceli ama en nihayetinde romans olan bir noktadan çıkıp, Queen Charlotte gibi derinlikli bir spin-off yaratmak ne güzel fikir. Burada da alternatif tarih evrenimiz, 18. yüzyılda “Big Experiment” adı verilen ve siyahların toplumsal konumlarını beyazlarla eşitleyen bir royal “iç devrim”iyle kuruluyor, bunun merkezinde de siyah kraliçe Charlotte var. Doğrusu çok güzel kotarılmış, popüler bir iş için bayağı iyi seviyeydi anlatım diyebilirim.

Böyle pek 2023 yapımı işlerden gittim lakin enteresan, yılı son derece eski yapımlarla açmış ve kapatmışım bu yıl. Önce, yılın başında canım tekrar Ağır Roman’ı izlemek istedi, izleyip yine “Püh keşke şiddete bulaşmasaydınız!” diye söylendikten sonra da (Ağır Roman izleyince hayıflanmadan duramıyor insan) “Haydi, bunca yıldır izlemediğim Gece, Melek ve Bizim Çocuklar‘ı izleyeyim bari,” dedim ve o dönemde anlattığı konu bakımından ne kadar mühim olsa da, bu kez de senaryo, oyunculuk, kurgudaki kopukluk, devam hataları bakımından bu filme biraz söylenirken buldum kendimi. Yine de konu hatırına notum 7 kendisine. Arizona Dream ise yine aşırı ünlü olan, fakat benim bir türlü izlemediğim bir filmdi, onu da izleyip 7’sini verdim. Dangerous Liaisons‘a gelince, neredeyse her yıl bir kez daha izlerim, şaşırmayınız!

Yılın “izlenenler” dosyasını kapatmadan önce ilk kez yapmam gereken bir şey var, bu sene ilk defa “Allahım ben ne izledim böyle!” dedirten şeyler izlediğimden dolayı, izninizle söylenmem gereken birtakım yapımlar var! Hayır, “Black Mirror çok bozdu yea” demeyeceğim, o zaten bozdu tamamda, allaseniz o Queen Cleopatra neydi öyle? Ki nasıl sevdiğim bir karakter, bol bol tarihçi de konuşuyormuş diye üstüne atlamıştım, ama bayağı pembe dizi tadında çıktı. (Kahramanımız burada göz deviriyor.) Neyse, onu bir şekilde bitirdim, ama çok merak ederek başlamama rağmen African Queens serisi kapsamındaki Njinga’ya ancak 1,5 bölüm dayanabildim; 1600’lerde Afrika kabilesinde yaşayan kabile reisinin kızlarının, Amerikan gençlik filmlerinde genç kızların o metal dolaplı koridorlarda dolaplarını kapattıktan sonra itişip gülüşürken söylediklerine benzer şeyler söylediğini, yüz ve vücut dillerinin de Amerikan ergeni tarzında kurgulandığını görünce kendimden geçerek devrilmişim!

Bunun kadar, hatta bundan fazla canımı yakan ise Bihter filmini izlemek oldu. Aşk-ı Memnu defalarca uyarlandı, hatta meşhur dizisi “uyarlama” değil, basbayağı ondan esinlenen bambaşka bir diziydi. Lakin Bihter filmi, Aşk-ı Memnu dizisinin aksine, kitaptan esinlenmemiş, direkt diziden esinlenmiş. Böyle olunca da tavşanın suyunun suyu olmuş. Dahası, o içli, o kırılgan Bihter, saçma sapan bir tipe dönüşmüş, bütün derinliğini veren mizacından koparılmış. Hayır, güçlü olmak demek patavatsız ve acıtıcı bir tipe dönüşmek değil, hatta tam da böyle resmedilmeye çalışılırken ve ben buna gıcık olurken, bunun şimdi bir de bunun Farah Zeynep Abdullah eliyle yapıldığını görmek iki kat canımı sıktı. Söylensem daha burdan köye yol olur da, burada keseyim, vallahi içim şişti!

Neyse, en güzeli, eğer tanışmadıysanız Emin Alper’in tüm filmleriyle derhal tanışın bence. Ve izlemediyseniz -artık kaçtır öneriyorum!- Dangerous Liaisons’u muhakkak izleyiniz!

Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (1994)Atıf Yılmaz7
Queen Charlotte (2023)Tom Verica8
Kurak Günler (2022)Emin Alper9
Queen Cleopatra (2023)Tina Gharavi5
Joan is Awful (2023)Ally Pankiw6
Loch Henry (2023)Sam Miller7
Mazey Day (2023)Uta Briesewitz5
Ooku – The Inner Chambers (2023)Noriyuki Abe9
Oppenheimer (2023)Christopher Nolan7
The Fall of the House of Usher (2023)Mike Flanagan, Michael Fimognari7
Napoleon (2023)Ridley Scott8
Bihter (2023)Caner Alper, Mehmet Binay4
Kulüp 2. sezonZeynep Günay Tan6
Crown 6. sezonMay el-Toukhy, Alex Gabassi, Erik Richter Strand7
Arizona Dream (1993)Emir Kusturica7
Dangerous Liaisons (1988)Stephen Frears               9

Yorum bırakın