2022’de okuduklarım&izlediklerim: Az olan daha da mı kıymetli?

2021’deki okuma&izleme listeme “2021’de okumaya ve izlemeye güç bela vakit bulduklarım” başlığını atmışım. Zira 2021 hayatımın en yoğun yılıydı ve haliyle hep keyif zamanlarından çalmıştım. Tabii ne bilecektim ki 2022 ondan da yoğun geçecek, “keyfine okumalar”ım iyice azalacak!

Fakat şansıma mı diyeyim yoksa züğürt tesellisi mi yaratıyorum kendime bilmiyorum, ama bu sene okuduklarım arasında bazı kitaplar vardı ki, tanıştığım en etkileyici metinler arasına girerlerdi. Nicelik mi, nitelik mi sorusunun bu bakımdan cevabı belliydi! İkinci olarak da zamanım kıt olduğu için daha az deneysel okumaya vakit ayırmayı, bildiğim, sevdiğim metinler arasında dolaşmayı tercih ettim, bazen belli bir konuyu okumayı canım çektiği için, bazen gerektiği için. Zaten her sene mutlaka daha önceden okuduğum birkaç kitabı yeniden okumayı tercih ettiğim için bu konuda bir değişiklik yok. Tıpkı yine işle alakalı okumalarımı, tez için bir ya da birkaç makalesini okuduğum kitapları vs. dahil etmediğim gibi… (Tutarlılık göbek adımdır!) Tamamını okumadığım kitabı oylamak/listelemek doğru gelmiyor, bir de bu liste her zaman “keyfine okuma” eylemiyle sınırlı olsun istiyorum sanırım.

Önce kurgu-dışı… Sanırım hayatım boyunca, İstanbul’a tapan bir insan olarak, okuyacağım tüm gastronomiyle ilgili şeylerin arasında Sermet Muhtar Alus’un İstanbul’un Geçmiş Günlerinde Yeme İçme ve Osman Cemal Kaygılı’nın Köşe Bucak İstanbul‘u bambaşka bir yerde olacak. Herkesin Osmanlı da Osmanlı diye tutturduğu zamanlarda onların gözünden 1900 başlarından 50’lere dek İstanbul’u yeme içme dünyası, meyhaneleri, kır kahveleri, sayfiye yerleri, bağları, bahçeleri, bostanları ile semt semt gezmek ne keyifti yarabbi! Ki bu yazıların 1930’larda, 40’larda, yani cumhuriyet döneminde İstanbul’un en unut(tur)ulmaya çalışıldığı yıllarda yazılmış olması da cabası… Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme‘si yahut Reşat Ekrem’in İstanbul Ansiklopedisi (ki Alus zaten onda da yazmıştır!) şüphesiz kıymetli, ama en bilinen ve popüler olandan azıcık daha ötelere açılmakta da fayda var. Refik Halit’le birlikte bu iki isim, sanıyorum ki İstanbul’u yeme içmeyle birleştirerek yazanlar arasında en üsluplu, en nevi şahsına münhasır, en “gizli hazine” isimler… Gündelik hayat tarihine meraklıysanız, İstanbul tarihine meraklıysanız yahut gastronomiye meraklıysanız asla ama asla bu iki kitabı ıskalamayın. (Ben üçüne de çok meraklı olduğumdan neden bu kadar zevk aldığım anlaşılabilir!)

Geleyim biraz daha güncel ve çok kıymetli bir başka kitaba: İstanbullu Rum Bir Ailenin Mutfak Serüveni. Marianna Yerasimos’un bu kitabı da aslında “anılı mutfak kitabı” alanında bir klasik mertebesinde ve ününü de gayet hak ediyor. O yüzden zaten “comfort food”a döner gibi “huzur veren kitaplar”a döndüğüm bu senede yeniden elime aldım ve yine çok hoşlandım. Onda tabii aile daha önde, İstanbul daha geride, bolca da tarifli. Ve şüphesiz çok kıymetli. Yine ne çok şey kaybettiğimizi gösteren kitaplardan…

Ve Pera Palas’ta Gece Yarısı: Modern İstanbul’un Doğuşu… Evvela söyleyeyim, ismine aldanmayın, kitabın diziyle alakası yok. Yani var ama yok. Dizide şüphesiz kitapta verilen bilgilerden yararlanılmıştır, zira bu bir tarih kitabı. Ve çok da şahane, ince ince işlenmiş bir gündelik hayat tarihi bu da. Saray ortadan kaldırılınca işsiz kalan hadım ağaların ülkede yol yordam, etiket bilen az sayıdaki insan olmalarından dolayı dönemin restoranlarına maître d’hôtel olmalarından tutun, İstanbul’un eğlence hayatına şekil veren Beyaz Ruslar’a, hakikaten modern İstanbul’a dair çok kıymetli detaylar var kitapta. Es geçilmesin. (Yan okuma önerisi: Çilem Tercüman’ın Türk Romanında Moda ve Toplumsal Değişim’i ile art arda oldu mu tadından yenmez!)

Şimdi geldik edebiyata… Herkesin, ona çok tavsiye edilmiş, seveceğini de bildiği, ama niyeyse yıllardır rafta duran kitapları vardır. Miroslav Penkov’un Batının Doğusu kitabı benim için öyleydi. Bulgaristan ve Bulgaristanlıları odağına alan, ama aslında tüm Balkanlar’ın -bilhassa Sovyet zamanlarının- ruhunu şahane yansıtan Penkov’un kitabı, hem teknik hem duygu yönünden çok güçlü. İlle de deneysellik arayanlara, “klasik öykü anlatımı”nı çağdışı bulanlara da tokat gibi bir yanı var doğrusu: Klasik hiçbir şey boşuna klasik olmuyor, onu kullanmayı bilenin elinde ışıldıyor. Penkov, hiç deneyselliklere filan girmeden, en bilinen anlamıyla, nefis öyküler yazmış. Ben geç okuduğuma pişmanım, ama belki de bunun zamanı yıllar sonra babamla tatile çıkmışken (evet, ergenlikteki “Aileyle tatile çıkmak hiç cool değil!” yaşlarımdan, “Hadi birlikte tatile gidelim yaşlarıma geldim!), bu kez yanımda yeğenim ve Alp de varken, kah Varna’da deniz kıyısında kah bahçede ahlat ağacı altında okumakmış. Velhasıl, ben çok memnun kaldım, ıskalamayın derim.

Yıllardır yaptığım üzere, gittiğim ülkeye göre kitap seçerken Portekiz’i de es geçmemiştim. Oradan da Saramago’nun Lizbon Kuşatmasının Tarihi kitabını önereyim. Zira tarihî bir olaya dair bir kitabın redaksiyonunu yaparken, bilinçli olarak metni bozup cümleye tek bir olumsuzluk takısı ekleyerek kitabın bütün seyrini değiştiren bir redaktörün hikâyesi bu. Çok sade, ama insanı etkisi altına alan kitaplardan.

Bu sene zaten nasıl denk geldiyse, ağırlıklı olarak sade ama insanın aklında kalan kitaplar okumuşum. Tıpkı Mor Etekli Kadın gibi, İşte Böyle Oldu gibi, Babamı Kim Öldürdü gibi (ki bunu çok isabetli şekilde bana öneren Merve Öztürk’e teşekkürler, çoğu konuda zaten okuma zevkimiz uyuşur onunla, ama neyi seveceğinizi isabetle kestiren arkadaşlar hazine gibidir!). Bir cümle de Tiamat üstüne… Kimi çok sevdi İhsan Oktay Anar’ın yeni bir şeyler denemesini, kimi alışıldık “Anar romanı”nı istediğinden hiç sevmedi. “Nasıl sevmezsiniz!”cilerle “Bunu mu sevdiniz!”ciler çok kapıştı. Ben okurun hiçbir şeyi beğenmek zorunda olmadığını, ama yazarın da her şeyi denemeye hakkı olduğunu düşünüyorum. Ve Anar’ın bu denemesini sevdim. Evet, tabii ki bir Suskunlar olmayacak benim için, ama zaten Anar da ikinci bir Suskunlar yazmak istememiş ki! Tarzı çok sevilen, çok tutulan yazarların yeni bir şey denemesinin kolay olmadığını ve tam da bu yüzden yeni tarzlar, konular, anlatım biçimleri denemelerinin çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Ve hayır, konuya girmek için denizcilikten anlamaya filan gerek yok, gerek olsa ben giremezdim!

Ve geldik bu senenin mücevherine… Yılın benim için en kıymetli keşfi belli: Annie Ernaux. Ama sadece “Seneler Annie Ernaux’su” değil o benim için. Evet, şüphesiz Seneler onun başyapıtı, ama bence Babamın Yeri duygusal bir yüzleşme (ve belki en zor şeylerden biri olarak “ebeveynle barışma, uzlaşma, onu anlama”) olarak elde edilmesi çok zor bir samimiyet derecesini yakalıyor. Bir benzeri, Yalın Tutku‘da da var, ki ondaki itiraf dozu daha yüksek. Metinlere sadece “teknik” yönden bakmayı reddeden okur tarafım, bu cesareti, duyguyu asla ıskalamamak gerektiğini düşünüyor. Nitekim Boş Dolaplar‘ın “kürtaj olmuş ve kanamayı beklerken kürtaj hakkında bir roman okumak isteyen, ancak bu konuda yazılmış hiçbir kitap olmadığını fark eden ve çocukluğundan başlayarak kürtaj olduğu ana kadarki hayatını yazan” gencecik bir kadının öfke dolu çığlığı olduğu gerçeğini unutup sadece “ham”lığına odaklanırsak, bu öfke, sınıf kini, duygu patlamaları ile dolu ilk romanın tadını çıkaramayız.

Ve şahsi bir not (bu söyleyeceklerim Ernaux’dan bağımsız, genel edebiyat zevkim üzerine): Bazı “hamlıklar” bence çok kıymetli. Her ham metin “işlenmemiş bir elmas” değil elbet, ama bazıları gerçekten öyle. Ve nasıl ki bazı mücevher tasarımlarına işlenmemiş, kristal halde bırakılmış ham taşlar daha çok gidiyorsa, bazı kitaplara da o hamlık yakışıyor, çünkü elinizde tuttuğunuz bir elmas olduğunu biliyorsunuz hâlâ. Ben işte o hissi veren, fazla işlenerek “mükemmelleştirilmemiş”, teknikleştirmemiş, duygusunu kaybetmemek için çok da oynanmaması gereken bazı şarkılar, filmler, kitaplar olduğunu düşünürüm. Ve onları öyle severim. Punk’ı punk yapanın o hamlık, işlenmemişlik olması gibi düşünün… Ernaux’ya dönersek, Boş Dolaplar işte öyle bir metin, bir öfke çığlığı olarak da tam olması gerektiği gibi bence. Onun üstünde fazla oynamak, o güzelliği bozardı.

Seneler‘e gelince… Nasıl diğerlerinin daha az işlenmiş olmasından keyif aldıysam, Seneler‘in de ince ince işlenmiş olmasından çok keyif aldım. Muazzam gözlemler, itiraflar, tespitler zaten Ernaux’nun her kitabında var; ama tabii artık bu kitapta yetkin bir kalemi var. Ve kendisinden çok dünya hali, zamanın ruhu var. Onla bir zaman tünelinden geçerek hem çok kişisel hem de kişiselle çok paralel biçimde dünya halini izlemek müthiş bir deneyim. Bu kitap hakkında konuşurken sevgili Burak Onaran “kendini silme işini eksesif bir noktaya vardırarak çevresini anlatmak” dedi, çok da doğru bir tanımdı (kendim bulmuş gibi üstüne yatmayayım şimdi tanımın!) ve Seneler‘i biricikleştiren şüphesiz biraz da bu anlatım formu. Ben de hem 2022’yi bu sene beni en çok sarsan, düşündüren ve en fazla keyif aldığım edebiyatçıyla bitirmek ve 2023’e de aynı şekilde başlamak için yılın sonunda Seneler’i tekrar elime aldım. Bazı metinleri ilk kez okurken yutarcasına okuyor hem insan, metne kaptırıveriyor kendini, o yüzden bir süre sonra yeniden okuyup detaylarına dikkat edebilmek harika oluyor. Bir de, arada diğer kitaplarını okuduktan sonra ne hissedeceğimi merak ettim. İlk başta, kitabın dünyasına yeniden girene kadar, kalemindeki “incelmişlik” beni rahatsız etti desem? Bu mesela beklemediğim bir deneyimdi. Bir anda o direkt, hatta tepkisel kadını “özledim”, garipsedim, sevdiğim punk şarkıcı büyümüş de klasik gitarlı bir rock şarkısı söylüyormuş gibi oldu. Aynı metni farklı sıralarla, farklı zamanlarda okumanın sıra dışı ve zenginleştirici deneyimi tam da böyle bir şey -ki aradan öyle çok bir vakit geçmemişti bile!-, o yüzden ara ara tekrar okumalara fırsat tanımakla çok iyi yaptığıma yeniden emin oldum. Şimdi, kitabı yeniden bitirdiğim bu anlarda da, yine o “zaman gezginliği” halinden çok mutlu biçimde, artık yazarın yıllar içindeki gelişimini ve değişimini biraz daha bilmenin verdiği tatminle “Herkes Ernaux ile tanışmalı” diyebiliyorum. Özel olarak ölüp bitmeseniz bile tanıştığınıza memnun olduğunuz insanlar vardır ya, Ernaux da bence öyle bir yazar… Nobel alarak da bu seneye damgasını vurdu zaten kendisi, çok iyi de oldu çok da iyi güzel oldu! (Ve Ernaux üzerine bu kadar laf yetmediyse! ya da kitaplarını okuduktan sonra daha detaylı bir incelemesini okumak isterseniz o da burada deyip susuyorum artık.)

Fakir ama gururlu “keyfine okuma” listem aşağıda. 2023 de görünüşe bakılırsa daha iyi olmayacak, ama maksat okuduğumuzdan keyif alalım…

Kara KeşişAnton ÇehovCan Yayınları
Friedrich UngerŞark ŞekerciliğiYapı Kredi Yayınları
Mor Etekli KadınNatsuko İmamuraCan Yayınları
Tiamatİhsan Oktay AnarEverest Yayınları
José SaramagoLizbon Kuşatmasının TarihiKırmızı Kedi
Anarşist BankerFernando PessoaCan Yayınları
Duyuyor Musun?Nurhan Suerdemİletişim Yayınları
Küçük Yuvarlak TaşlarMelisa Kesmezİletişim Yayınları
Yalın Tutku Annie ErnauxCan Yayınları
Babamın YeriAnnie ErnauxCan Yayınları
Batının Doğusu Miroslav PenkovYüz Kitap
7Cem AkaşCan Yayınları
19Cem AkaşCan Yayınları
Pera Palas’ta Gece Yarısı: Modern İstanbul’un DoğuşuCharles KingAlfa
Boş DolaplarAnnie ErnauxCan Yayınları
Son EmelMehmet RaufCan Yayınları
Babamı Kim ÖldürdüEdouard LouisCan Yayınları
İstanbul’un Geçmiş Günlerinde Yeme İçmeSermet Muhtar AlusCan Yayınları
Köşe Bucak İstanbulOsman Cemal KaygılıCan Yayınları
İstanbullu Rum Bir Ailenin Mutfak SerüveniMarianna YerasimosYapı Kredi Yayınları
İşte Böyle OlduNatalia GinzburgCan Yayınları
SenelerAnnie ErnauxCan Yayınları

“İş”im olduğu için bu listeye koymadığım bazı kitaplar da var tabii. Onları ayrıca önermek istiyorum. Şarap meraklısı, meraklısı değil ama öğrenmek isteyeni, bağ gezme heveslisi, bunlardna bir ya da birkaçıysanız, Süray ve Doğu’ya ısrarla “Bunu yazmalısınız!” dediğim, sonrasında gerek görselliği, gerek haritaları için pek uğraştğım, uğratığıma da çok sevindiğim Toprak ve Şarap: Türkiye’nin Bağları ve Şarapları‘nı bence okumanız lazım. Yine “hikayeli yemek”lere meraklı olanlardansanız o zaman da Lian’ın Köklere Dönüş‘ü size pek tatlı gelecek. Bu yeme içme kitaplarının dışında, sevgili Bekir Ağırdır’la Bize Yeni Bir Söz Lazım kitabı için birlikte çalışmak beni çok mutlu etti. Onun uzun yıllara dayanan toplumsal bilgi ve analizlerinden bence öğrenilecek çok şey var. Keza Zeynep Miraç’la Metin Akpınar: Sahneye Adanmış Bir Ömür için çalışmak harikaydı, çünkü Zeynep harika bir insan! Her iki kitabın da Hürriyet Kitap Sanat’ın “Yılın en İyi 50 Kurgu Dışı Kitabı” listesine girmesi ise bir ödül gibiydi.

Şimdi “kitaplar” mevzuunu burada kapayıp “fasfakir” izleme listesine geçiyorum.

Evet, konu izlediklerim olunca burada iyice fenayım! Bu fenalığımı da kabullendim, çünkü ibrem her zaman izlemektense okumaktan yana, zira görselliğe dalmakta, görsel hikâyelere odaklanmakta zorlanan biriyim. Hepimizin neye daha kolay odaklanabildiği değişiyor, değil mi? Zaman da kısıtlanınca, durum bu işte…

Bu sene izlediklerim içinde en beğendiğim Midsommar oldu. Tıpkı Batının Doğusu‘yla ilgili dediklerimde olduğu gibi, “çok seveceğinizi bildiğiniz halde ertelediğiniz şeyler”e dahil bir film oldu benim için Midsommar. (“Korku filmi” filan diyenler olmuş yalnız, kınıyorum, pskolojik gerilim ayol bu!) Göndermelerin çoğu son derece açık, ama açık olması demek “hepsi kabak gibi” demek değil tabii. Her şeyi bağlamından koparıp “pazarlanabilir içerik” haline getiren yüzeysel internet kültürü insanları için biraz şoke edici olabilir; o yüzden sürekli “doğaya dönüş atölyesi, şifa çalışması, doğayla uyum inzivası” kovalayan, anaerkillik/ataerkillik (ikisi de o kadar iyi değil), özcülük ya da paganlık gibi bazı şeylerin sadece “cici” yanlarını anmayı sevenlere izletilmesi kanun hükmünde kararnameyle zorunlu kılınsa pek sevinirim doğrusu! Bir din/inanış, istediği kadar doğayla iç içe olsun, “kült”leşmeye başladığı andan itibaren tehlikeli; öte yandan “ait olma” ihtiyacı içindeki insanlar için de bir o kadar anlamlı tabii. Ha modern hayatın aidiyet sorunu gibi açmazlarını her türlü spiritüelliğe, antik inançlara dönerek mi aşacağız, ondan da pek emin değilim. Neyse, anlayacağınız film sosyolojik okumalar için biçilmiş kaftan tam. Şiddetle tavsiye.

İkinci favorim de Ah-ga-ssi, Park Chan-wook’un filmi. Ben kendisini zaten Chinjulhan Geomjasshi/Lady Vengeance’tan ötürü çok severim, bu filmin de hem twist’li anlatımına hem de -her zamanki gibi- “saplantı”ya odaklanan senaryo ve kurgusuna pek bir bayıldım.

Marilyn Monroe’nun ciddi bir fanı olarak onla ilgili filmleri, belgeselleri de hep izliyorum. Blonde bu anlamda güçlü anlatısıyla öne çıkıyor belki ama fazla ajite edici bir senaryosu olduğunu düşündüm. Çok güzel sahneleri olmakla birlikte, genel toplamda biraz abartılıydı. Fakat o dönemin şimdikine bile rahmet okutturacak hoyratlığını, rezilliğini tasvir etmesi açısından çok başarılı. Konuşulması gereken şeyleri konuşturan her şeye minnet hissetmekten alamıyor insan kendini…

Kitaplarda olduğu gibi, filmlerde de her sene “tanıdıklığın rahatlığı” ihtiyacıyla tekrar izlediğim bazıları var. Bu sene az boş zamanımdan ötürü çok az şey izleyebilmişken bile bazılarını tekrara ayırdım, zira amaç illa her saniye “bir şey öğrenmek, görgü arttırmak” değil. (Aaa ne ayıp, eğlencesine kitap okumak, film izlemek!) Onlara detaylı girmeyeceğim, sadece Kill Bill’i listeye yazarken ister istemez liseye ışınlandım. Zira film çıktığında ben lisedeydim ve sıra arkadaşım sinemaya çok meraklıydı, Tarantino’yu da özellikle seviyordu. Bana Kill Bill’i özellikle izlememi önermişti, hayran kalmıştı filme. Gittim, izledim, eğlendim. Ertesi gün nasıl bulduğumu sorduğunda hoşuma giden bazı detayları söyledim, ama en sonunda da dayanamayıp “Yalnız o kadın onca zaman komada kaldı, yani çalışmadı, bankada parası mı vardı da böyle dünyayı gezip öç alacak şekilde kendini finanse edebildi, hayır varsa biz bu sahneyi niye görmedik” gibi tam manasıyla düz kafalı rasyonel sorularımı kendisine ilettim (buraya face palm gelecek!) Yiğit sağolsun göz devirmedi, sadece bu janrın zaten böyle “rasyonel” meselelerle ilgilenmediğini, olayının o olduğunu, aksiyona odaklandığını falan söyledi. Şimdi yıllar sonra bu konuşmayı hatırlarken gülmekten kendimi alamıyorum, sinemayla ilişkim bu bakın, tavsiyelerimi ona göre ciddiye alıp almamakta serbestsiniz!

Gelelim dizilere… Birkaç sene önce “İzlediğim filmleri kaydediyorum da dizileri neden kaydetmiyorum, bunda bir yanlışlık var” diye düşünüp dizileri de kaydetmeye başlamıştım. Ancak bu sene fark ettim ki, dizileri de izlemeyi bitirince oyluyorum, o yüzden listede Crown yok mesela. (Ama güzel sezondu allah için!) Bu arada guilty pleasure’dan ziyade, depresyon dizim Emily In Paris de listede yok henüz aynı sebepten. Bu diziyi anannemi kaybettiğim sene kafamı boşaltmak için izlediğim bin bir şey arasında izlemiştim. Bu sene de Elma’yı kaybettikten sonra izledim. Önünüze cips, çikolata filan dizip kafa dağıtmalık bir şey arıyorsanız mükemmel işe yarıyor. (Şu dizinin yaptığı Fransa PR’ını da hiçbir iş yapamaz gerçekten!) Keza Wednesday de acayip eğlenceli bir Addams Family canlandırması olmuş. Tıpkı Chilling Adventures of Sabrina’nın bugüne uyarlanmış, birçok feminist öğeyle kurgusu baştan kotarılmış olması gibi, Wednesday‘de de çok tatlı göndermeler var. Yeni kuşak bunlarla büyüdüğü için doğrusu biraz mutluyum, aile ilişkilerine, romantik ilişkilere, var oluşa dair çok daha doğru mesajlar veren bu remake’ler ve spin off’lar beni sevindiriyor. Kafa dağıtmak isteyenlere Inventing Anna ve The Tinder Swindler gibi gerçek hikayelerden kurgulanan diziler de izlemesi eğlenceli yapımlar.

“Ciddili” dizilerde ise Kulüp tabii ki başı çeker. Görsellik ya da kurgu konusunda elbette eksikleri var (o ne aceleye gelmiş doğum-ziyafet sahnesiydi öyle!), ama bu dizi gerçekten daha önce yapılmamış bir şeyi yaptı: İlk kez kitlesel olarak “gerçek” Yahudi karakterler görüldü, karikatürize edilmemiş, ötekileştirilmemiş, tipleştirilmemiş. Sırf bu yüzen bile bu işe büyük saygı duyuyorum. Şu dünyayı kendisinden ibaret bilişiyle “Canım Varlık Vergisi’ni sanki bilmeyen mi vardı”, “Ya sırf konusu yüzünden bu diziyi beğeniyorsunuz ama böyle ciddi konular diziyle anlatılmaz” gibi fikilere ise ben dayanamayıp göz deviriyorum açık açık. Kendi adıma bu diziden dolayı çok mutluyum, tarihî detaylara gösterilen özen de Türkiye’de pek görülmeyen bir seviyedeydi, bu açıdan da örnek bir iş gayet. Bir tek ana karakter Raşel’in neden 2000’ler Bağdat Caddesi kızı gibi konuştuğunu, davrandığını anlayamıyorum, ergen tabii her devirde ergen, ama “ergenlik halleri” her devirde böyle tezahür bulmuyor olsa gerek!

Son olarak Anatomy of a Scandal’ı da tavsiye etmeden geçemeyeceğim. Bir fikre “ikna” etmenin ötesinde, bir fikri tartışmaya açmak, düşündürtmek konusunda başarılı bir iş bence. İddia-ispat ikiliği üstüne inşa edilmiş hukuk sisteminin yetersiz kaldığı anları sorgularken “halo etkisi”ni, sevdiklerimize tarafsız bakabilmenin zorluğunu da düşündürtme açısından da bana çok iyi geldi.

Çok kısa, çok fakir bir liste bu seferki, ama bu sene de böyle olması gerekiyormuş. Bazen üretmek, yazmak, çalışmak, hayattaki bazı şeyleri yoluna koymak, keyif anlarından çok çalıyormuş. Ne diyeyim, umarım bu sene daha kısmetli olurum!

Kulüp (2021)Zeynep Günay Tan & Seren Yüce8
Don’t Look Up (2021)Adam McKay7
Kill Bill (2003)Quentin Tarantino7
Kill Bill 2 (2004)Quentin Tarantino8
The Tinder Swindler (2022)Felicity Morris7
Ah-ga-ssi (2016)Park Chan-wook9
A Little Chaos (2014)Alan Rickman7
Sherlock Holmes (2009)Guy Ritchie7
Sherlock Holmes: A Game of Shadows (2011)Guy Ritchie7
Inventing Anna (2022)David Frankel, Ellen Kuras, Nzingha Stewart, Tom Verica, Daisy von Scherler Mayer8
Anatomy of a Scandal (2022)S.J. Clarkson9
Godless (2017)Scott Frank8
Blonde (2022)Andrew Dominik7
Cici (2022)Berkun Oya8
Wednesday (2022)Tim Burton7
Midsommar (2019)Ari Aster9

2 thoughts

  1. Selam,
    Eğer denk gelirsen “Babamı Kim Öldürdü”nün Moda Sahnesi’ndeki tek kişilik oyununu izleyin derim, müthişti. Onur Ünsal şahane oynamış, tek kelimesini atlamadan…
    Ve bir ifşaat “Seneler”i sevemeyen bir tek ben varım galiba, “Babamın Yeri”ni ise etkilenerek ve beğenerek okudum…
    Çok sevgiler…

    Beğen

    1. Aa evet, oyunu olduğunu görmüştüm ama unutmuşum, siz deyince hatırladım şimdi. Seneler konusu ise beni şaşırtmadı, başka sevemeyen de var, formunun daha farklı olması içine girmeyi zorlaştırıyor sanırım. Babamın Yeri’nde ise duygu ağır basıyor ve daha alıştığımıza yakın diye düşünüyorum. Seneler daha çok övülse de ben ikisini de ayrı ayrı çok beğendim; Babamın Yeri’ndeki duyguyu, bunu okura geçirmesini çok iyi buldum mesela.

      Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s