“Misafirperverlik” kelimesinden aslında biraz çekinirim. Genelde turist kazıklamacı esnafın, “öteki”nden korkanın, yabancı düşmanının ağzına yalandan sakız olmuştur çünkü “Biz çok misafirperverizdir” lafı. Oysa hakiki misafirperverlik gerçekten kıymetli bir şey ve “yemek” denen şeyle çoook yakından ilişkili. “Misafir ağırlamak” dediğimizde bile aklımıza ilk yiyecek-içecek hazır etmek gelmiyor mu mesela?
Tabii bugün “misafir” deyince aklımıza daha çok eşimizi dostumuzu ağırlamak geliyor, ama eğer “misafirperverlik” denirse, o zaman daha çok “yabancı olan birine yardımcı olma”yı anlıyorum ben. Tabir-i caizse “tanrı misafiri”ne sofra kurmak, yol iz bilmez bir yabancıya yardımcı olmak, yol iz göstermek gibi… İki yıl önce Adana Lezzet Festivali için gittiğimiz Adana’yı anlatma duygusunu esas içimde uyandıran şey, esnafların bu anlamda gerçekten misafirperver olduğunu düşünmem olmuştu. Çünkü şehrin yabancısı olduğumuzu bildiği halde kazıklamaya kalkmayan, oraya belki bir daha hiç yolumuz düşmeyecekse bile güleryüzle hizmet veren esnaf benim gözümde misafirperverliğin âlâsını yaptı… Eh, Kazım Büfe’nin muzlu sütünü size her yer anlatır, ben izninizle başka şeyleri anlatacağım.

Örneğin gittiğimiz Ceyhan Ocakbaşı’nın sahibi Ahmet Bey’den size bahsetmek isterim. Dostlarımızla gittiğimiz akşam masamızı çok güzel donattı, yediğimiz hemen her şeyden çok memnun kaldık, garson arkadaşlar çok güzel servis verdi, gece boyu hiç gözümüz garson aramadı. Humusu, baharatlı kıtır ekmeği, ceylan eti (gerçek ceylan değil tabii, kuzunun çok yumuşak ve lezzetli bir yeri, ona öyle diyorlar) derken çılgınca yedik ve mekanı çok beğendik. Biz de buna karşılık doğal olarak iyi bahşiş bırakmak istedik. Ertesi gün öğrendik ki, masamızdaki arkadaşlarımızdan birine tam çıkarken kişi başı onar lira iade etmiş Ahmet Bey; “Bu kadar bahşiş çok, yeterince bırakmışsınız zaten” diyerek. Arkadaşımız o paraları ertesi gün bize dağıtırken ağzımız şaşkınlıktan açık kaldı. “Bu kadar bahşişe gerek yok” dendiğini ömrümde ilk kez duydum! Belki okurken bazılarınızın aklından “Ya Adana’da her yerde masaya gelen mezeler bedava zaten, size özel ekstra bir şey değildi ki ekstra bahşiş bırakasınız…” diyecektir, ama sonuçta hepsi çok lezzetliydi ve biz istedikçe yenilendi, çok da mutlu ayrıldık. Eh, o kadar mutlu kalkınca ertesi gün toparlanıp şehirden ayrılmadan önce yeniden uğramak istedik oraya. Zaten toktuk neredeyse, pek az et yedik, biraz rakı içtik, masaya gelen tüm mezelerin ikram olduğu düşünülürse neredeyse bedavaya meyhane yapmış olduk. Ve yine aynı Ahmet Abi, sanki kırk yıllık müdavimiymişiz gibi, “Şimdi buradan zor taksi bulursunuz, ben sizi otele bırakayım” deyip bizi kapının önüne kadar da bıraktı. Hem lezzet şahane, hem insanlık şahane, sizce ben bir daha Adana’ya gittiğimde başka ocakbaşı arar mıyım, tavsiye edene ilk burayı söylemez miyim?





Başka bir şahane örnek, uçaktan önce Bi Tepsi adlı baklavacıya uğradık, çünkü festival alanında tattığımız fıstıklı bohçalarını çok beğenmiştik. Arkadaşlarımdan biri birkaç çeşit şey daha almak istedi, hepsinden ikişer ikişer koydurdu. Bunların tabii hepsinin fiyatları farklı olduğu için her koyuşta kutu yeniden tartılıyor, hesaplanıyor; normalde “Sırf iki tane ürün için yaptığım işe bak” diye surat asar birçok satıcı, alttan laf sokar hatta… Ama dükkandaki hanım o kadar güler yüzlü tatlı dilliydi ki… Dayanamadım “Ya İstanbul’da aynı durumda olsak bir ton surat yapılmıştı” deyiverdim; “Olur mu, bu bizim işimiz, tatmış beğenmiş dükkanımıza kadar gelmişsiniz, tabii ki yardımcı olacağız” dedi, uçağa bineceğimizi öğrenince kutuları da ona göre paketletti. Şimdi bu esnaflığa nasıl hayran olmayalım? Adana’da en çok tatlı yedim, fıstıklı taş kadayıfına bayıldım, baklava çeşitlerinin Antep’ten pek de aşağı kalır yanı olmadığını müşahade ettim, hepsine ayrı ayrı çok sevdim, meyhanesine de gittim Kaburgacı Cahit’te hipnoz da yedim, ama aklımda en çok kalan şehrin açıklığı, enerjisi, esnafının nezaketi oldu.






En hoşuma giden ise bu ruhun yalnız dükkan esnafına değil, her yere sirayet etmiş olmasıydı. Sıradan bir sokak çaycısını gözümüze kestirdik, tam gün batımı, yeşillikler içinde bir sokak, Adana’nın eski şehir kısmı, keyfimiz çok yerinde… Klasik hasır iskemleler vardı, tam çöküyorduk ki “Durun ablam, rahat oturun” deyip arkalıklı iskemleler taşıdı bize çaycı. Oysa biz zaten oturacaktık, kabulümüzdü o hasır tabureler. Yine de kendince bir özen göstermek istedi, bizi mahçup etti… (Bu arada yolunuz düşerse, bu Ramazoğlu Konağı civarını esgeçmeyin, şahane muhit…)


Bir başka örnek daha, ilk sabah festival alanına doğru yürürken sokakta konuşuyoruz ciğerci, kebapçı, şu bu diye, sokaktan geçen iki kişi hemen konuşmaya dahil olup öneri sıralamaya, yardımcı olmaya çalıştılar, festivale geldiğimizi öğrenince “taa İstanbullardan kalkıp” şehirlerine festivale gelmiş olmamız o kadar hoşlarına gitti ki! Bilmiyorum anlatabiliyor muyum, ama işte içten gelen, gerçek misafirperverlik bu gözümde, bu konuşmaya açıklık, bu yardım etmeye niyet… O yüzden ben güzel dokusu, çarşısı, harika müzesinin (ki kesin görülmeli!) yanı sıra, içinde yaşayanlarıyla, ruhuyla, ritmiyle şehrin direkt kendisini çok sevdim.






Tüm bu güzel anıların üstüne, yanıma aldığım kitabın konusu -ki hiç bunu tahmin ederek almamıştım yanıma- bir anda tüm bunlarla örtüşüverdi. Kitabın adı Hediye Vermek ve Hediye Almak Üzerine, Schmid adında bir Alman felsefecinin denemelerindan oluşuyor. (Ki daha önce de Bali yazısında onun bir başka kitabından bahsetmiştim.) Bir baktım bir bölümde misafirperverliğin aslında gerçek ve büyük bir hediye olduğu üzerine düşüncelerini yazmış. “Hah” dedim “ya bu kadar oturur şu iki günde yaşadığım deneyimlere!” Çok hoşuma gitti bu tesadüf… Ordan da edindiğim birkaç bilgiyi ekleyeyim, belki hoşunuza gider: Zenofobiyi biliriz, yabancı düşmanlığı hani, ama Antik Yunan’da “yabancı sevgisi” anlamında da kelime varmış, philoxenia, yani yabancı sevgisi. Almancadaki hediye kelimesi de, “bir misafiri içecek bir şey sunarak ağırlamak”tan gelirmiş. Hediye ile misafirperverlik bağlantısını ne güzel gösteren bir kelime! Nitekim “içki içilen yer, meyhane” anlamına gelen schenke de “bir şey hediye edilen yer” anlamından türemiş. Çok tatlı, değil mi?
Kitaptaki bir cümleyle bu yazıyı bitireyim: “Yabancılar henüz tanışmadığınız arkadaşlarınızdır.”