Zihninizdeki bir anıyı hiçbir şey sizden çekip alamıyor ya, zihne dair en sevdiğim şeylerden biri budur. Kırılamaz bir kasa gibi… Hiç saklamamasını istediklerinizi de saklayabiliyor tabii, ama o başka mevzu.

Şimdi salgın yüzünden seyahat edemeyince, eski fotoğraflara bakarak nerede ne hissettiğimi hatırlayıp bir nevi ben de zamanda yolculuk ediyorum işte. Bugün, iki kez oturup nilüferlerini izlediğim bahçesiyle Saraswati Tapınağı ve oradaki küçük cafe düştü aklıma, o sakinlikte kitap okuyuşum, ne okuduğum, neler hissettiğim, bu yeşil ve güzel adadan aklımda kalanın ne olduğu…
Baştan söyleyeyim, bu kesinlikle “Bali’ye gittiğinizde görmeniz gereken on yer” yazısı değil. “Doğu”ya seyahat edip “kendini bulmak”la da ilgili değil, zaten onun filmini bile yaptılar malum! Biraz Bali, biraz adayı şekillendiren Hindu kültürü, biraz kitaplar, sonda da bir kuple yemek hakkında. Bali her ne kadar Maldivler gibi “balayı destinasyonu” konumuna gelmeye başlamış olsa da, elbette Batılı tarzda “pahalı oteller bölgesi”nden de ibaret değil (hatta benim açımdan doğrusu orası görülmesi gereksiz bir bölüm), bölgesel olarak diğer adalardan ayrılan bir kültürel yapıya sahip. Yönetim olarak Endonezya’ya bağlı, ancak Bali o bölgenin Hindu merkezi. Bunun en büyük sebebi de adadaki görkemli ve kutsal Hindu tapınakları. Adadakilerle sohbet ettiğimde, bir nevi Türkiye’den aşina olduğumuz mübadele süreçleri olduğunu anladım, resmî olarak değil, ancak Müslümanlar diğer adalara giderken Hindular da zamanla Bali’de toplanmışlar.


Bali hakkında bence ilk bilinmesi gereken şey, burada hayatın, zamanın tamamen dine göre düzenlendiği. 700 yıl önce bir Hristiyanın gününü nasıl çan sesleri düzenliyorsa, bir Müslümanın nasıl ezan sesleri bölüyor ve biçimlendiriyorsa gününü, Balili bir Hindu da gününü sabah duasıyla açıyor, minicik sunular hazırlayarak geçiyor, yolun ortası dahil her yere tanrılara meyve, pirinç, tütsü, hatta sigara ikram eden sunular serpe serpe geziyor, sık sık dinî sebepli konvoylara, tapınaklardaki sunaklara bırakmak üzere kafasının üstünde müthiş yükseklikte sunular taşıyan kadınlara rastlanıyor. Onlara bakarken şimdiye kadar dünyanın herhangi bir köşesinde -ki buna Hinduluğun merkezi Hindistan da dahil- bu kadar dinle hemhal olmuş yaşayan insanlar arasında bulunmadığımı düşünmüştüm, hâlâ da öyle düşünüyorum. Bana enteresan gelen bir şekilde, tüm bunları yaparken de neşeli, keyif alan bir haldeler. Dini inançları, hayatla birleşmiş, onu düzenliyor ama bir şeyleri kısıtlayıp engel oluyormuşa benzemiyor. İnançsız bir insan olarak böylesine inançlı bir ortamı gözlemlemek enteresan. Aklımdan geçen, bir dinin agresif olmadığı sürece rahatsız edici olmadığı…



İnançsız olmak, inanç kültürlerine ilgili olmaya engel değil ve kendi adıma inanç tarihini çok merakla okurum, öğrenmeye çalışırım. Yunan mitolojisi dediğimiz şey de inanç tarihi neticede! Dinî anlatılar, aslında insanlığın ilk sözlü ve yazılı anlatıları, bu anlamda tarihi anlamanın yolu, ilgilenilen bölgenin inanç kültürünü de tanımaktan geçiyor elbet. Hinduizm doğrusu çok kolay öğrenilebilen bir din değil, geleneksel veda’lardan elde edilen bilgilerin yanı sıra geniş bir coğrafyaya da dağılmasının etkisiyle binlerce yerel uyarlama, hikâye, inanç unsuru ile çeşitleniyor. Yine de tabii belli bir zemini oturtmayı sağlıyor.

Seyahat ettiğim yerlere giderken oraya uygun bir okuma listesi hazırlamak gibi bir huyum var. Ben de yanıma Moritz Winternitz’in Hint Destanları‘nı, Thich Nhat Hanh’ın How To Love‘ını, Wilhelm Schmid’in Mutsuz Olmak‘ını ve yıllardır döne döne okuduğum Siddhartha‘yı, Hermann Hesse’nin başyapıtını aldım. (Hint Destanları‘nı neden aldığım malum, ayrıca konuyla ilgili olarak okuduklarımdan Hindu Söylenceleri – Sister Nivedita, Hinduizm – Louis Renou kitaplarını da önerebilirim.) Hint mitolojisi oldukça karışık olsa da, hem okuduklarımdan hem de Hindistan seyahatlerimden, Hindistan’dakilerin genelde kendilerini belli bir tanrıya/avatarlarına daha yakın hissettiklerini, daha doğrusu yolların bir veya birkaç tanesini daha yükseğe koymayı seçtiği, kişinin de seçtiği yolun işaret ettiğini daha yukarıya koyduğunu biliyordum. O yüzden Bali’dekilerle konuşurken, konu dine geldiğinde Bali’de hangi yolların daha yaygın olduğunu sorup öğrenmek istedim. Farklı kişilere sorduğumda genelde hep benzer cevabı aldım; onları Hindistan’dan ayıran temel şeyin, bütün tanrıları ve onların avatarlarını eşit şekilde yüce saymaları olduğunu söylediler. Nitekim hakikaten her sokak köşesinde farklı sunaklarda farklı tanrıları gördüm, sık sık başka tanrıların heykelleriyle karşılaştım, sadece Şiva ya da Vişnu’dan ibaret olmadı gördüklerim. Hatta bir Yoda heykeli bile vardı!
Siddhartha’yı yeniden okurken, Hinduizmin içinden doğan Budizmi de düşünerek okudum. Daha çok edebi yönüyle değerlendiriyor olsam da, Hesse’nin romantik ve mistik tarafı, elbette bu “Doğu mistisizmi”nden ayrı görülecek bir şey değildi. Ancak Hesse’nin içli ve samimi olarak kültüre ilgi duyan tarzının, tabii ki bugün “Doğu mistisizmi”ni tam bir pazarlama unsuru olarak kullanan “organik yoga malzemeci”leriyle, Eat, Pray, Love‘larla, hazmedilmemiş, ezbere ortalığa salınan “Affet, akışa bırak” edebiyatıyla alakası yoktu. İyi ki de yoktu. Günahını almayayım, “inançlı” biri olan ve kendince inancını kelimelere döken Thich Nhat Hanh’ın How To Love‘ı öyle çiğ bir kitap değildi, ama “mindfulness’ın babası” lakabı takılan ve gerçekten sakin, sevimli bir insan olduğuna emin olduğum Hanh Bey’in kitabı bana çok bir şey ifade etmedi. Fakat tam da uygun bir ortamda okuyor olmamdan dolayı, bu “mindfulness” meselesinin, kitaplarının neden bu kadar revaçta olduğunu, belki bir ihtiyaç olduğunu az çok anladım diyebilirim.
Ancak en enteresan olan, Mutsuz Olmak‘ı bu kadar mutlu insanların yaşadığı bir yerde okumaktı. “İnançlı oluşlarıyla”, “modern dünyadan uzak yaşayışlarıyla”, “basit şeylerle yetinmeleriyle” mutlu oluşlarına dair klişe cümlelere dalmak istemiyorum. Yahut “Mutlu gözüküyorlar ama…”lara. Eh, kimsenin içindekini bilmek mümkün değil. Ama huzurlu, neşeli, rahat hissettiklerini hissediyordum ben de. Sonuçta her iki yanıyla da belli yaşam tarzları, hayatın hızı, “mutlu olma baskısı”, mutlu gözükme çabasının gerçek mutluluğu nasıl baltaladığı üzerine okumak ve düşünmek için doğrusu çok enteresan bir ortamdı. (Bu arada kitabı kesinlikle tavsiye ederim! “Kişisel gelişim”cilikten bezdiğimiz şu dünyada bir felsefecinin gözünden, üstelik alabildiğine sade dille yazılmış böyle bir kitabı okumak çok iyi geliyor.)



Bu düşünce turundan sonra, başladığım yere döneyim, Saraswati Tapınağı’nın nilüferli bahçesine… Ubud’un -ki adanın en önemli kültür bölgesi- su sarayı burası. Detaylarla bezeli taş işlerine hayranlıkla baktıktan, nilüferlerin zarafetini temaşa ettikten sonra bu güzellikleri biraz uzaktan izlemek istiyorum. Tapınağın kıyısındaki kafeye oturuveriyorum. Ahşap bir seki üstündeki minderlere oturmak için terliklerimi çıkarıyor, gölgeye sığınıyorum. Biraz acıkmışım, çayın yanına puf puf samosalar söylüyorum. Domates chutney de ne güzel sos oluyor onlara. Dünyanın bir ucundayım, kitap okuyorum, çayımı içerken nilüferleri izliyorum, güzel kokular ve hafifçecik bir esinti içinde. Tebdil-i mekanın ferahlığı, sevdiğim ve ilgimi çeken bir coğrafyayı tanıma şansının verdiği mutluluk, ilerleyen günlerde göreceğim şeylerin tatlı, heyecanlı merakı içimde…




Orayı o kadar seviyorum ki, bir iki gün sonra tekrar gidiyorum. Bu kez bir de “karides cacığı” söylüyorum, ki çok lezzetli, fikri de çok beğendim. Yoğurt ve sour cream içine domates, salatalık, soğan ve frenk soğanı doğranmış, haşlanmış çimçim karidesler içine, büyük karidesler de yanına… Kızarmış ekmekle acayip güzel gerçekten. Yanında limonlu ve portakallı Bintang biraları. Mis!
Covid-19 ilelebet sürmeyecek elbet. Bir gün yine birileri Ubud’a Saraswati Tapınağı’na gelecektir. İşte olur da giderseniz, bu minik Cafe Lotus’ta oturmak için kendinize vakit ayırın. Sonra bakın kaç yıl geçiyor, yine mutlulukla hatırlıyorsunuz…
One thought