Okuduğum Osmanlı’da günlük yaşamla ilgili kitapta karşıma o kadar çok yeme içmeyle bağlantılı detay çıktı ki, onları ayrıca derleyip yazmak istedim. Özellikle nişan ve düğün merasimleriyle ilgili birçok yeme-içme detayı var, ne de olsa düğün yemekleri o zamanlar büyük olaydı (hatta “hâlâ” önemli bir detay). Bu tabii herkesin malumu, ama neyin hangi gün yeneceğine, nerede ne ikram edileceğine dair bu kadar ince bilgiye ilk kez rastladım. Her şey kural, her şey nizam, konu düğün olunca muazzam bir disiplinle belirlenmiş birçok ayrıntı mevcut! Ve elbette birçok hareket aslında yemeklerle, içeceklerle sembolleştirilmiş; okuması da pek eğlenceli o yüzden. (Elbette okurken unutulmamalı ki, bu adetler çoğunlukla saraydakilerin ve saray efradının, üst zümrenin, yani İstanbul’un adetleri… Çünkü genellikle ancak bu zümre üstüne kaynaklara ulaşabiliyoruz.)
Evlilik denen kurum eskiden çöpçatan bir görücüyle başladığı için, aslında tüm merasimler kahveyle başlıyor. Ama bunu bugünkü “isteme kahvesi”yle karıştırmamak gerek, zira değil damat, genelde müstakbel kayınvalide bile henüz ortamda yok. Gelinlik kızların evlerini gezip “portföy oluşturan” yengeler, teyzeler, komşular var bu aşamada. Eğer bir görücü, gelin arayan bir aileye belli bir kızı tavsiye ettiyse, sonrasında bir de damat tarafıyla ayrıca kahveye geliniyor. Gelin adayı da kahveler hızlı mı içildi yavaş mı diye bakıyor, eğer yavaş içildiyse “iyiye alamet”, demek ki biraz daha konuşup inceleme fırsatı yaratmaya çalışıyorlar.

Diyelim ki kaynana adayı da kızı beğendi, ailesine haber uçuruldu, kız tarafı da razı geldi; bu kez damadın ailesindeki erkekler kızın ailesindeki erkeklerle selamlıkta görüşüp kahve içerken ağırlık (bir nevi başlık parası), mehir (İslâmî geleneğe göre erkeğin evlendiği kadına ödemesi gereken para) gibi konularda pazarlık yapıyorlar. İsteme kahvesi aslında burada içiliyor yani, ama ortada hiçbir kadın yok, tabii öyle tuzlu kahveler filan da yok, edeplice kahvelerini içiyorlar. Anlaşma sağlanırsa, ağırlık hemen ödeniyor ve o andan itibaren o çift nişanlı sayılıyor. Bunun üstüne, bu kez damadın kadın akrabaları gelinin kadın akrabalarına misafir oluyor, yanlarında birkaç metre ipek kumaş ve bir sepet şeker getiriyorlar. İpek, kıza sonradan giyim olacak; elbise, iç çamaşırı biçilecek; yani ilk hediye. Şekere gelince… Kız, sepetten bir şeker alıp ısırıyor ve yarısını kaynanasına vererek damada götürmesini istiyor. Böylece hayatını onunla paylaşmak istediğini gösteriyor. Ayrıca gelin de damada bir “nişan bohçası” gönderiyor, bunun içinde çeşitli hediyelerle birlikte muhakkak tatlı, şeker de oluyor. Kızdan gelen bu hediyenin üstüne damat da geline “nişan tepsisi” gönderiyor, tam beş tepsi hediye, hizmetlilerin başının üstünde alayla taşınıyor! Bu tepsilerde kumaş, mücevher, kokular, taze çiçekler, hamam seti, kına dışında bol bol meyve, kahve ve lokum gibi, şekerleme gibi tatlı şeyler de var.
Nişandan sonra uygun bir günde (genelde hayırlı uğurlu olsun diye bir perşembe akşamı) nikah kıyılıyor ve aileler birbirlerine yemek ziyafeti veriyorlar. Ama hâlâ gelinle damadın tanışmasına çok var! Malum, nikah hiçbir şeydir düğün her şey, o yüzden esas mesele düğünde cereyan ediyor!

Düğün tam bir hafta sürüyor bir kere. (Okudukça hafakanlar basıyor desem yeri olacak bu adetlere baktıkça bugününe şükrediyor tabii insan!) Lakin yemek meseleleri pek güzel tabii, sürekli bir izzet ikram var. Önce pazartesi günü gelinin çeyizi damadın evine alayla taşınıyor. Ama ne alaylar, piuuuvvv! Bazı sultanların saraydan çıkan çeyiz alayları için sokaklarda cumbalar yıkılmış ki develerle yükler geçebilsin, breh breh! Üstü hurma dallarıyla örtülen çeyiz sepetleri kervanlarla taşınıyor. Sonra, çeyiz damat evine varınca, gelin kendisi için hazırlanan süslü köşeye -adeta bir süs bebeği gibi- oturuyor ve gelen giden biblo izler gibi geline bakıyor. Ardından misafirler gelinin serilen çeyizini tetkik ederken hizmetliler gelen herkese hoşaf ikram ediyorlar. Tüm bu merasimden sonra gelin evine geri dönüyor.
Salı günü, gelinin kendi kadın akrabalarıyla hamam günü. Hamam için şerbetler, dolmalar, sarmalar, kahveler, lokumlar hazırlanıyor, bol bol yenip içiliyor. O kurnadan bu kurnaya sıçrayanlar neler bilinmez, ama damat tarafının kadınlarına henüz bir ikram yok, taş yesinler deniyor galiba.
Çarşamba günü, işte ilk kez iki aile kadınlarının kaynaşacağı etkinliğe sıra geliyor: kına gecesi. Önce damat tarafının kadın akrabaları gündüz eve alınıyor ve kendilerine kahve ile şerbet ikramı yapılıyor. Ardından akşam bütün hanımlar, akrabalar, konu komşu kına gecesinde ağırlanıyorlar. Pek tabii gece boyunca çerezinden tatlısına, kahvesinden şerbetine yine ikramlar yapılıyor.

Perşembe günü, gelin süsleniyor, yüz yazısı yapılıyor. (Burada çok detaya girmiyorum ama yüz yazısı çok enteresan bir uygulama, Türkiye’de artık pek yaşatılmıyorsa da Osta Asya’daki ülkelerde nispeten uygulamaıs devam ediyor. Gelinin yüzü çiçek şekillerinden ayla güneşe birçok motifle boyanıyor. Eskiden varlıklı kesimde gelinin yüzüne elmas gibi kıymetli taşlar dahi yapıştırılarak yüzün desenlendiği vaki.) Esas düğün de o gün oluyor. Gelin evinin harem ve selamlığında konuklara yemek ikram ediliyor, ardından gelin alayı damat evine doğru yola çıkıyor. Saçılan altınlar, dağıtılan tatlılar hep gelinin ailesinin gücüne göre… Gelinle damadın ilk kez birbiriyle karşılaştığı bu günde, “koltuk merasimi” yapılıyor. (Evet nihayet tanışacaklar!) Halayıklar önce tüm konuklara kahve ve peynir şekeri sunuyorlar. Damat evinde gün boyu evin kapısı açık oluyor ve gelene gidene yemek veriliyor. Herkes gelip gelini görüyor, sonra yemek verilen kısma geçiyor. Akşam ilk kez yalnız kalan gelin ve damat, yüz görümlüğünün ardından nihayet tanışıyorlar. (Bahsi geçen zümre sebebiyle yüz görümlüğü de öyle basit bir beşi bir yerde falan değil tabii, elmas taç, gerdanlık ayarında.) Birbirini ilk kez gördükleri bu anda, çift artık birbirlerinin elinden yiyerek bir şekeri ısırıp paylaşıyorlar. (Buyurun bugünkü düğün pastası yedirme adetinin atası!) Ardından onlara da hususi bir yemek geliyor. İlk akşam et yemenin kavgaya meydan çıkarmak anlamına geleceğine inanılırmış, o yüzden et değil, yumurta ve tatlı yiyorlar.
Cuma günü ise gelin ve damat aile huzuruna çıkıyor ve hep beraber paça yeniyor. İşte “damat paçası” bu paça oluyor. Bu yemek için koyun paçası, kaymakla hazırlanıyor ve pilavla birlikte sunuluyor. Özellikle üst kesim, bunun yanında börek, dolma, hoşaf ve tatlı da sunarmış.
Cumartesi ise bu kez iki aile birlikte yemek yiyor, büyük bir ziyafete oturuluyor. Kutlamaların bitişi olması şerefine, bu yemeğin sonunda sağlam bir tatlı ziyafeti olurmuş. Böylece tatlı bir kapanış yapılırmış.
Artık pazar günü ne yer içerler yazılmamış. Ama bu kadar şeyden sonra umarım şöyle ayaklarını uzatıp bir yorgunluk kahvesi içmişlerdir, hem onca yemeği anca hazmettirir!
Bilgileri Fanny Davis’in Osmanlı Hanımı kitabından derledim, elbette siz kitabın kendisinden tüm detaylarıyla okursanız çok daha fazla keyif alacaksınızdır. Zira kitap günlük yaşam üstüne çok daha fazla detaya sahip, ben sadece yeme içmeyle ilgili adetleri derledim.

Bu adetlerin çoğu biraz değiştirilerek bugün de devam ediyor (isteme kahvesi, düğün yemekleri gibi), kimisi artık Türkiye’de epeyce unutulmuş olsa da bazı Türkî devletlerde canlı biçimde yaşıyor (yüz yazısı gibi). Şeker ısırmanın çeşitli Anadolu ve Trakya illerinde gelin-kaynana versiyonu da var; iyi anlaşsınlar, birbirlerine karşı tatlı dilli olsunlar diye gelin ve kaynana bir şekeri ısırıp birlikte yiyorlar. Tabii İstanbul’da pek olmayan/kalmayan ama Anadolu’da süren birçok başka yiyecek içeren adet de var (pirinç atma, buğday serpme, ağza bal sürme vs.)
Adet, gelenek konusu tüm detaylarıyla ele alınacak olsa tam bir derya deniz. Önceki yüzyıllarda yaşamış insanların günlük hayatı algılama ve yaşam biçimleri üstüne çok ipucu veriyor. Eh, şahsen fikrimi sorarsanız, bu tarz adetleri uygulamayı sevmem ve kendi hayatımda hiç uygulamam, ama okumak, dinlemek ve öğrenmek acayip eğlenceli geliyor; çünkü bambaşka bir zamanda yaşamış insanların hayatlarına dahil oluyormuş gibi hissettiriyor. Bir de, okurken bile acıktırıyor!
One thought