Ne zamandır gitmeyi planladığım, sevdiğim bir arkadaşımdan da methini duyduğum bir lokantaydı Mahir Lokantası. Osmanbey’de yeri, anacadde üstünde, yani aslında gitmesi de kolay, ama ben bir türlü denk getirememiştim. Geçenlerde nihayet Alp’le beraber gidebildik ve daha önce gitmediğimize yandık! O nasıl güzel bir lahmacun, o nasıl bir içli köfte, maşallah!


Mahir Lokantası, benim çok sevdiğim, eski usul “ruhu olan” esnaf lokantalarından. Eski usul derken kastım şu: Esnaf lokantasıdır ama çekinmeden misafirinizi de götürebilirsiniz hani, masalar beyaz örtülü, ortam pırıl pırıl, ortam da hoştur; garsonlar ciddi ve işinde ehildir; yemeklerin mide ağrıtmayacağını bilir, “Şunu yesem dokunur mu?” diye şüphe duymadan sipariş verebilir ve yemeğin hakkı kadar hesap ödersiniz, hakkından fazlasını değil. Böyle esnaf lokantaları artık Nuruosmaniye’de, Cağaloğlu’nda bile azalırken, bu taraflarda parmaklarda sayılıyor. O yüzden, yalan yok, evvela içeri girince sevdim burayı. Basmakalıp bir yere benzemiyordu, ruhu vardı zira.


Oturup ilk iş bir acılı, bir acısız lahmacun söyledik. Hemen arkamızda duruyordu lahmacun fırını, göz önünde. Hızlıca da geldi. Bir ısırık aldık, Alp’le bakıştık, “Bu ne güzel lahmacun yahu!” diye. Bir kere hamuru çok iyi. Lahmacunda hep ete odaklanılıyor ama hamur lezzetsiz, hele hele çiğnerken ağızda kayış gibi bir o yana bir bu yana gidiyorsa üstündeki et en güzel döş de olsa hiçbir kıymeti kalmıyor. Hamur resmen ağzımda eriyordu, hayretle ve zevkle lahmacunu ısırmaya devam ettim. Gevrek, çıtır çıtır, nefis bir hamur. Üstündeki harç da çok iyi, ne çok yağlı ne kuru, dana-kuzu karışık, ayarında baharatlı, soğanlı. “Makineyle açmıyoruz, elle açıyoruz, fırınımız odun fırını” diyen nice yerde bu kadar lezzetli lahmacun yemedim. Yanında sumaklı soğan ve maydanozluyla, on numara ve iki lahmacunsever olarak gerçekten Alp’le beni canevimizden vuran bir lahmacun oldu.


Bu muhteşem lahmacundan sonra zaten ne gelse “İyi ki gitmişiz” diyecektik de, bir gol de içli köfte atmasın mı? Peşinen söyleyeyim, ben normalde kızartmacıyımdır. Çünkü haşlama içli köfte çoğu yerde deve hamuru gibi midenize oturacak bir şey yemek demek. Şimdiye kadar dışarıda yediğim en ince haşlama köfteyi burada yedim. Ama incelikten daha önemlisi lezzet tabii. Mükemmel bir içi var. Ve farklı… Daha ağzıma attığım anda “Bunda reyhan var” dedim, buram buram bir reyhan rayihası vardı zira. Nefis! Resmen ikide iki, üstelik içli köfte farklı bir tatla kendi kulvarını zorluyor.
Sonrasında Alp’le beraber beyti yedik. Ben parça et sevenlerdenim ve kıyma kebaba biraz mesafeliyim (evet, bıçak kıyması dahil, çünkü eti çiğnemeyi severim) ama Alp gerçek bir kebap, özelde de beyti fanıdır. O beytiyi de çok başarılı buldu, doğrusu ben de beğendim. Sarımsaklı sosla sunulması özellikle hoşuma gitti, çünkü sarımsak sevgisi benim için en yüce sevgilerden biridir!


Yediğimiz her şey bu kadar hoşumuza gidince, mekanın sahibi Mahir Bey’le konuşmak istedim. Ve ortalıkta koşuşturanlardan kimin “Mahir Bey” olduğunu görünce mekanın neden bu kadar başarılı olduğunu da anladım: Mahir Bey bilfiil mekanın içindeydi, sipariş alıyor, servis yapıyor, müşterilerle konuşuyor, garsonları idare ediyordu. İçeri girdiğimde mekanı “eski usul esnaf lokantası”na benzetirken haksız değilmişim, Mahir Bey hülasa o eski, şimdi mumla aradığımız, işinin başında duran, işine saygısı olan esnaflardanmış zaten. Konuşmaya başlayınca bunu daha da iyi fark ettim, gerçekten işini iyi biliyor, kendini geliştirmeye özen gösteriyor belli ki. Tabii dayanamayıp içli köftedeki reyhanı da sordum, “Reyhanlı bu değil mi?” diye, “Evet, Diyarbakır’dan geliyor reyhanı” dedi. Hatta çok hoşuma giden bir şey söyledi, “Şimdi kime sorsanız herkes ‘Yerinden getirtiyorum her şeyi’ der, yok, ben her şeyi yerinden getirmiyorum, ama bazı şeylerin yerinden olması şart. Mesela nasıl salçanın iyisi anca oranın güneşiyle oluyorsa, reyhanın iyisi de orada oluyor, buradan aldığımız reyhanlarda koku bu kadar yoğun olmuyor” dedi. Bu dikkati çok hoşuma gitti. Konuşma biraz daha ilerleyince öğrendim ki, meğer Dikarbakır’daki meşhur Kaburgacı Selim’in yeğeniymiş Mahir Bey. İşte o zaman tüm taşlar yerine oturdu bende. Belli ki esnaflığı da, yemeği de, malzemeyi de zaten yerinden öğrenmiş.
Nitekim oradan kalktıktan sonra yakın “çeteme” haber saldım, “Bir an önce burada yememiz lazım” diye. Arkadaşım Neşe de babasına “Bak burası pek güzelmiş” diye haber verince, bir Antepli olarak “güzel lahmacun”u duyan babası derhal mekanı teftiş etmiş, çok beğenmiş, hemen bazı şeyleri de paketletip eve almak suretiyle gereğini yapmış 🙂 “Merin, galiba bir süre bol bol Mahir’den yiyeceğiz” notuyla gelen poşetlerin fotoğrafını gördüğümde ne demek istediğini anladım! Eşime dostuma bir yer önerdiğimde mahcup etmedikleri için de mutlu oldum.


Ah, unutmadan, kalkmadan önce Mahir Bey’in önerisiyle burma kadayıf da yedik. Bir Diyarbakırlı mekanında burma kadayıfın kötü olması zaten düşünülemezdi, nitekim Alp çok beğendi. Ben esas sulu yemeklerini merak ediyordum da, bizim gittiğimiz saatte kalmadığı için deneyemedim. Bir dahakine lahmacunla içli köftenin üstüne sulu yemeklerden de deneyeceğim umarım!