Büyük bir hayal kırıklığı: Fischer

Hayatınızda hiç son derece şık bir ortamda, lise kantininden hallice yemek yediniz mi? Maalesef ben yedim.

Her zaman yediklerimizi beğenecek kadar şanslı olamıyoruz elbet, fakat beni Fischer kadar hayal kırıklığına uğratan bir yer de ne zamandır olmamıştı. Eh, beğendiklerimi nasıl överek yazıyorsam, haliyle eksik, yanlış olanı da olduğu gibi belirtmek boynumun borcu… Yediğim yemeğe asla hak etmeyen bir karşılık ödediğim, karşıma gelenlerin menüde belirtilenlerden oldukça farklı olduğu, bu açıdan epey etik dışı bir servis aldım Fischer’de…

Geçtiğimiz hafta, doğum günü yemeğim için ne zamandır gitmek istediğimiz Fischer’i seçtik. Fischer aslında taa 1931 yılına tarihlenen bir lokanta, mahallemizin mekanı üstelik. Yıllardır kapalıydı maalesef; tam açılacaklardı ki pandemi patladı, biraz da bu yüzden gecikti. Bizse hevesle bekliyoruz ki açılsın da gidelim, sevelim, müdavimi olalım… Açılalı birkaç hafta oldu, dedik “E tamam, artık servisi mutfağı oturmuştur”, yaptık rezervasyonumuzu… İçeri ilk girişte intiba nefis. Çiniler, yüksek tavan, asma kat, bar bölümü ayrı şık, sade dekorasyonu, bitkilerle yaratılan hava filan, her çok güzel. Mekanın kendisi bir kere harika, 1930’lar elegansı kendini hissettiriyor, ferforje asma kattan alt katı izlemek bile güzel. Tek dert, kenardaki yuvarlak masalar yemek için biraz küçük, ama neyse, ortam çok şık, üstünde durmadık. Paltomuzu vestiyere almayı teklif eden yok, ama onu da dert etmedik, verince alıyorlar en azından. Geçtik yerimize…

Menü biraz “kafası karışık”. Şimdi burası haliyle daha ziyade Alman ve Avusturya yemekleri sunması beklenen bir yer. Ama sanırım güzel ve geniş bir bar da kurdukları için ayrıyeten barda atıştırmaya uygun “tapas” kısmı da eklemişler menüye. Kafası karışık menü her zaman için iyi bir sinyaldir, yine şaşmadı, ama elbet denemeden kalkacak değildik. Laf aramızda acayip de acıkmışız zaten, menüde “Kızarmış peynirli cidre çorbası” görür görmez söyledim. Cidre’e de bayılırım kızarmış peynire de, ikisi bir arada muhakkak güzel bir çorba olmuştur, değil mi?

Değil! Yani hem cidre hem peynir içeren bir şey nasıl bu kadar aromasız, kokusuz, lezzetsiz olabilir bilmiyorum ama, önüme bildiğiniz tatsız, lezzetsiz, kokusuz bir “sıcak sıvı” geldi. Yani nasıl desem, bir şeyi bu kadar tatsız yapabilmek özel bir maharet ister! Okul yemekhanelerinde filan bazı günler “un çorbası” çıkar ya hani, kavrulmuş un, azıcık yağ, su ve tuzdan ibaret, yavan mı yavan bir çorbadır, işte tabağımdaki tam olarak buydu. Kendimden şüphe ettim, bir de Alp’e tattırdım, suratı buruşarak “Bir şeyin iyi veya kötü bir tadı olur, bunda tat yok, sıcak bir su içiyor gibiyim. İnsan kasıtlı olarak bu kadar nötr bir çorba yapmaya uğraşsa bu kadarını yapamaz!” dedi. Belki tuzu eksiktir, belki karabiber döksem bir şeye benzer diye diye elimden geleni denedim, fakat yok, olacak gibi değildi. Peyniri tattım, o da hiçbir şeye benzemeyen, lastik gibi bir peynirdi. Mecburen garsonu çağırdım, “Kusura bakmayın ama bunu yiyebilmem mümkün değil” dedim. Garson şaşkın, ben ondan şaşkın.

Fakat işte biz bu ilk şoku yiyene kadar mekana bayılmışız ya, “Ay ne güzel eve yakın, akşamları uğrar bir şeyler yer içeriz, bazen barda takılırız” diye konuşmuşuz ya, “Neyse” dedik, “moral bozmayalım, başka şeyler deneyelim”. Bu kez menüden ringa balığı salatası ve karides tempura seçiyoruz. Ringa balığı benim sevdiğim bir şey, hem de salata çok garanti, çünkü içinde hastası olduğum pancar var. Risksiz diye seçmişim yani. Fakat bir bakıyorum, önüme gelen salatada sos yok! Ne yağ, ne ekşi… Garsonu çağırıp yağ ve balzamik rica ediyorum, mutfaktan geliyor. Bir salatanın bütün olayı sos, ama bu bile atlanmış. Düzgünce soslanınca normal yenebilir bir hale geliyor. Balıkta bir sorun yok, pancar olması gerektiği gibi haşlanmış, ama yani bir salata nasıl soslanmadan servis edilebilir, bunu bilemiyorum.

Gelelim karides tempuraya… Menüde ne yazıyor? Kinoa, tatlı patates, avokado… Bize gelene bakalım: Kadehte sos içinde karidesler. Hani menüde yazanlar? Yok. Şaka gibi, değil mi? Umduğumuzu değil, bulduğumuzu yiyoruz resmen. Zira gerçekten çok acıkmışız ve kahretsin ki doğum günüm 14 Şubat, o yüzden “Ya boşver, kalk başka yere gidelim” diyemiyoruz, çünkü her yer dolu… Ama allah için, karideslerin tadı kötü değildi. Sadece menüde gelenle bize gelenin alakası yok. Demek ki aşçı o akşam 1930’lar usulü klasik karides kokteyli sunmayı uygun gördü, peki. Bu noktada artık gülüyoruz filan, öyle bir noktadayız. Normalde benim bu kadar lakayt bir restoranda sıkı bir fırtına estirmem gerekir, ama artık doğum günüm diye mi nedir, bana bir genişlik gelmiş, “Doğum gününü rezil ettiler!” diye üzülen Alp’i teselli ediyorum, “Aman canım ömür uzun, n’olacak bir sene de böyle olsun, hem bak karideslerin tadı kötü çıkmadı” filan diyorum. Ahah!

İş ana yemeğe geldiğinde artık sadece karnımızı doyurup kalkalım modundayız. Garsona açık açık soruyorum, “En beğenilen, en risksiz ana yemeğiniz ne, Fischer sarma mı?” diye. Hayır kendi adlarını koyduklarına göre spesiyalleri o olmalı herhalde. “Fischer sarmamız iyidir, evet” diyor. Peki, haydi ondan bir tane. Alp de Viyana usulü schnitzel alıyor, süt danasından. Ben yemeğimin yanına çıtır soğan koyduruyorum, Alp’inkinde patates salatası var. Var, var da, ah keşke patatesler bari pişmiş olsaymış… Hamburg’da yerken lezzetten çıldırdığım patates salatalarını düşünüyorum, “Bir patates salatası ne kadar lezzetli olabilir!” diye çıldırıyordum. Burada önümüze konansa hiç olmamış bir sos, yalandan iki salatalıkla yapılmış çiğ patatesli bir patates salatası. Schnitzelin ise yarısını bile yiyemiyor Alp. Ah, onun yemeği ile benimkinin arasında yirmi dakika fark olduğunu da ekleyeyim. Bir restoranda, hele ki “iyi” olduğu iddiasında olan bir restoranda ana yemeklerin aynı anda masaya gelmesi gerektiğini herkes bilir. Ama maalesef Fischer bilememiş. Benim yemeğime gelince… Yenebilir seviyede bir yemek, benim kadar açsanız en azından belli bir seviyeye kadar memnun dahi kalabilirsiniz. Bacon sayesinde yemeğe biraz lezzet gelmiş. Ama o kadar sıradan, o kadar sıradan ki… Schnitzel ondan da vasat olduğu için benim yemekle karnımızı doyurup, schnitzeli de sokak köpeklerine vermek üzere paketlettik kalkarken, işte oradan hesap edin.

Her şey bu kadar kötü olunca, açlıktan ölmeyecek kadar doyduğumuza göre daha fazla burada vakit kaybetmeyelim dedik. Hem açıkçası bunca kötü yemeğin üstüne bir de kötü bir tatlı yemek fikrine dayanamazdım!

Haa pardon, bir de şarap rezaleti var. Olaylar şöyle gelişiyor: Menüde bir Riesling görünce, Riesling çok sevdiğimiz için Alp onu alalım istiyor. Hiç bildiğimiz bir Riesling değil, ama en azından Alman Riesling’i diye sipariş ediyoruz, çünkü biz hep Fransız Riesling’leri içmişiz, bir de Alman’ını denemek istiyoruz. Geldiğinde ise çevir-aç kapaklı olduğunu görüyoruz, eyvaah! Tam 870 liraya menüye konan şey, meğer alelade bir market şarabı imiş. O da oldukça sıradan yani. İşin daha kötüsü, menüde bu fiyat biçilen 2016 olan, bize servis edilen ise 2018 imiş. Yılı, oldukça küçük bir şekilde, en köşede yer aldığından biz de servis edilirken fark etmemişiz. Ama zaten bunu fark etmesi gereken biz miyiz? Normalde böyle bir durumda olması gereken nedir? Garson gelir, açmadan önce “Efendim, menüde 2016 yılı rekoltesi yazıyor ama elimizde 2018 kalmış, yine de açmamızı ister misiniz?” diye sorar. Öyle ya, misafir bunu 2 yıl daha fazla yıllanmış bir şarap olarak düşünüp sipariş etmiş olabilir, madem menüde belirttiğin şarabı servis etmeyeceksin, bunu belirtmelisin. İçtiğim tüm şarapları Vivino’da listeliyorum, en son kalkarken oraya eklemek için etiketini çekerken bu detayı fark ettim, yoksa bu şekilde aldatıldığımızdan da haberimiz olmayacaktı belki…

Bunu fark ettiğim esnada maalesef hesabı da artık ödemiştik. Masamıza bakan garsona, yemeklerle ilgili kimle konuşabileceğimizi sordum. “Mekan sahibi şu anda burada değil” cevabını aldım. “Mekan sahibi olması şart değil, şefiniz, işletmeciniz veya müdürünüz de olur” dediğimde ise aldığım cevap evlere şenlik: “Efendim bir işletmecimiz veya mekan müdürümüz yok.” Şaka mı bu diye bakıyorum, yoo gayet ciddi garson. Mekanda mutfaktakiler ve iki garson ile bir barmen, bir de kapıdaki teşrifatçı hanım dışında kimse yok! İyiniyetli ama oldukça yetersiz biçimde, kendi kendilerine mekanı çevirmeye çalışıyorlar. Mekandaki masaların yarısından çoğunun boş olmasına şaşmamak gerek, demek ki bazı şeyler kapıya “1931’den beri” dye yazdırmakla olmuyor!

Ve sıkı durun, bu son derece vasat, okul yemekhanesinden hallice yemek için ödediğimiz bedel ne? Tam 1570 lira! Buradan önce yemek yediğim Vogue’da 2050 lira hesap ödemiştim, ama o yazımda da belirttiğim üzere oldukça memnun kaldığım için hesabı hiç sorun etmemiştim. Burada ise bu kadar kötü yemeğe 1570 lira vermek bana koydu, zira bence bu lezzetsizliğin ederi olsa olsa 300 lira olabilir; ortalama İstiklal Caddesi kafesi yemeği yiyorsam fiyat da o kadar olabilir. Nerede Vogue’da yediğim yemek, nerede Fischer’da yediğim… Kesnlikle üstüne bir 500 lira daha koyup diğerinde yemeği seçmelisiniz, öyle diyeyim.

Pandemide birçok esnaf zor günler geçirdi, enflasyon birçok mekan sahibini zorluyor, ama müşteriler de parayı yoldan toplamıyor. Birçok insan dışarıda daha az yemek yiyor, bu yüzden yediği yeri daha özenle seçmeye çalışıyor. Bu ortamda, maalesef Fischer hiç mi hiç tavsiye edeceğim bir yer değil. Ortamın güzelliğinden istifade etmek isterseniz, bara oturup bir viski, bir bira için, kendi siniriniz ve cebiniz açısından daha ötesine pek uzanmayın derim. En azından kendilerine iyi bir şef ve iyi bir işletme müdürü edinene dek!

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s