Japonya’ya özlem: Tapınakta bir akşam

Dün akşam 2016 yapımı Erased isimli animeyi izleyince aklıma 5 yıl önceki Japonya seyahatim düştü. Hem ondan önce hem ondan sonra birçok yer gördüm, ama Japonya benim için hâlâ seyahat ettiğim en özel yer… Bu seyahatin bence en özel anı da, Kyoto’da Fushimi Inari tapınağında geçirdiğimiz o uzun akşamüstüydü.

Kyoto, bir nevi İstanbul gibi, Japonya’nın eski baskenti ve hâlâ kültürel başkenti. Tarihî yapıların büyük çoğunluğu orada, çünkü shogun adı verilen “baş derebeyi” ülkeyi pratikte Tokyo’dan yönetirken bile kutsal imparatorlar ve saray eşrafı hep Kyoto’daydı.

Kyoto, eski semtlerinde daracık sokakları, çayhaneleri, çok sayıda sanatkâr ve zanaatkârıyla muazzam bir şehir. Onu daha da özel kılan ise elbette birçok eski tapınağa, çeşmeye, özel yapıya da ev sahipliği yapması. Bu tapınakların ise en ünlülerinden biri Fushimi Inari tapınağı. Belki onu “Bin Kapılı Tapınak” diye duydunuz, belki Bir Geyşa’nın Anıları filminde kız çocuğunun dilek dilemek için gittiği tapınakta kapıların altından geçtiği sahneyle biliyorsunuz. Tapınağı ünlü kılan şeylerden biri, gerçekte bin değil binlerce farklı boyda, Japonca adı “torii” olan tak şeklinde kapılarının olması. Inari dağının eteğine kurulmuş bu Shinto tapınağı tarımı, bolluğu, bereketi sembolize eden Japon pirinç, çay ve sake tanrısı Inari’ye adanmış. (Inari bazen kadın, bazen erkek, bazen androjen şekilde tarif ediliyor, birden fazla “yüzü” var gibi düşünebilirsiniz, yani farklı kişiliklerden oluşan kompleks bir tanrı imajı var.) Tapınağın girişinde ve hemen her yerinde küçük tilki heykelleri var, çünkü tilkilerin Inari’nin habercileri olduğu, ağzında taşıyarak ona her yerden haberler getirdiğine inanılıyor.

Bu binlerce kapının varlık sebebi de, aslında Inari’nin bu bolluk bereket tanrısı olması meselesinde saklı. Eskiden beri tüccarlar Inari’den işlerinde başarı dilemişler ve onu yüceltmek adına tapınağına bu taklardan bağışlamışlar. Zamanla bu bir gelenek halini almış ve tüccarlar, kendi ekonomik imkanları ölçüsünde tapınağa taklar bağışlamayı adet edinmişler. Bugün tapınakta boyu 10 santim olan sembolik torii’ler de var, altından geçtiğiniz birbiri ardına dikilmiş devasa taklar da. Çünkü buraya taklar izinle dikilebiliyor ve tahmin edebileceğiniz gibi, üstünde şirketinizin adının yazdığı devasa bir tak dikmek epey sağlam bağış gerektiriyor! (Gezerken gözünüze neredeyse bütün Japon şirketlerinin adları çarpabilir yine de, e gelenekler mühim!)

Tapınağa gittiğimiz günün sabahında, neredeyse bütün Kyoto fotoğraflarında yer alan meşhur “altın köşk” Ginko Kuji’nin olduğu göle gitmiş, ancak hem kalabalık, hem de havanın kapalılığından dolayı mıdır nedir, doğrusu pek etkilenmemiştik. Daha sonra bazı bahçelerden geçmiş, neredeyse tüm Japonya seyahatinde olacağı gibi şehirlerin içindeki yeşil alan bolluğuna, korulukların kuytularında karşımıza çıkıveren tarihî kalıntılara hayran olup geze geze akşamüstüne varmıştık. Uzun haziran günlerinin güzel öğleden sonralarının birinde Fushimi Inari tapınağına vardığımızda aslında içimde büyük bir beklenti de yoktu, nereden bilirdim ki o akşam pek güzel geçecekti… Kapıya vardığımızda, tapınağı görmeye gelenlerin çoğunun artık çıkıyor olduğunu fark etmiştik. Bu tapınak Japonlar için de muazzam önemli olduğu için ziyarete gelenler sadece yabancı turistler değildi. Saygısını göstermek adına kimono ve yukatalarını kuşanmış, saçını başını taramış, hazırlanmış şekilde görülen nice Japon ve bizim gibi turistler arasından sıyrılarak ana girişi geçtik ve dağın tepesine tırmanan, 3.5 km civarı uzunlukta, kapılı yolda yürümeye başladık…

Tapınak yolunun en güzel yanı şuydu ki, o patikayı çevreyen ağaçlar bir anda -insan yapısı binlerce kapıya rağmen- bir dağın eteğindeki bir ormanda olduğunuzu, başınızın üstünde yapraklar ve gökten başka hiçbir şey olmadığını hatırlatıyor size. Şehrin sesi hızla kesiliyor, hem aşağıda kaldığı hem de ağaçlar aranıza yeşil bir duvar çektiği için… Çoğu insanın döndüğü yolu çıkmaya başladığımızda patika nispeten geniş, yer yer basamaklar halinde ve taşlarla döşeliydi, ama ilerledikçe hem daralıyor, hem daha doğayla karışık bir hal alıyordu. Etrafımızdaki insan sayısı ise o kadar azalmıştı ki, çoğu zaman yürüyen sadece neredeyse Alp’le ben ikimizdik.

Epey bir tırmanmayla karışık yürüyüşten sonra, önümüzde eski mezarlar belirdi. Herhangi bir düzenden uzak bu taş mezarların yanında yöresinde tilki ruhlarının koruyuculuğunu dileyen heykeller, Shinto’ya has şamanik süsler, anahtar sembolleri ve oymalar vardı. Akşamın alacakaranlığında biraz ürkütücüydü, ama nasıl desem, bu ürkütücülüğün de hissettirdiği ayrı bir güzellik vardı. Düzensiz mezarların arasında gezinebildiğimiz kadar gezindik, merakla bakındık. Ara ara birbirimize enteresan bir detayı gösterip biraz konuştuktan sonra yine sessizce yola döndük. Artık tepeye varmamıza çok bir şey kalmamıştı. Bir ara yol çatallanınca hafif kaybolur gibi olsak da, sonunda tepeye vardık ve şehre baktık. Etrafımızdaki yeşil adacık ve Tokyo’nun ultra modernist mimarisinden nispeten uzakta, daha iddiasız ve güzel siluetiyle Kyoto ayağımızın altındaydı…

Dönüşe geçtiğimizde hava epeyce kararmış, yağmur bulutlarından dolayı da ayrıca kapanmıştı. O saatte kimse kalmadığı için dönüş yolunda neredeyse kimseyle karşılaşmadık. Biz de, bilinçsizce, kendiliğinden gelen bir hisle pek konuşmadık. Öylesine farklı bir atmosferle çevrelenmiştik ve ormanın sesini dinleyerek o binlerce kapının altından geçe geçe yürümek aynı anda hem o kadar tuhaf hem o kadar hoş bir histi ki, kelimelere pek ihtiyaç duyulmayan bir zaman dilimiydi.

Sonra daha da hoş bir şey oldu. Yağmur başladı… Ama nasıl usul usul, nasıl rahatsızlık vermeden yapraklarda pıtırdayan bir yağmur… Hem kapılar hem de yapraklar öyle güzel koruyordu ki, açık havada olmamıza rağmen pek az ıslandık. Artık karanlığın bastığı haziranın ilk günlerinden birinde o akşam, sade yağmurun taşlara çarpan, yaprakları çırpıştıran sesini dinleyerek, yaklaşık 1,5-2 saatte gezine bakına çıktığımız yolu indik. Yolun büyük kısmında yağmur bize sesiyle eşlik etti, bittiğiniyse ilk kuşların ötüşünden fark ettim. İlginç bir andı, bir anda ormandaki cümle kuş ötüşmeye başlayınca, çıkarken de öttüklerini duyduğumu, ama yağmur başlayınca sustuklarını fark ettim hepsi yeniden bir ağızdan cıvıldaşmaya başlayınca.

Yolun kalanını da kuşların eşliğinde yürüdük ve uzaktan giriş kapısının, ana tapınağın ışıkları gözükmeye başlayınca kendimizi “medeniyete gelmiş” gibi hissettik, kötü anlamda. Bilirsiniz, yalnız Japon masallarına öykü folklorik bir öğe değildir bu, birçok masalda vardır; bazı ormanlar “büyülü”dür, içinden geçen yolcuları büyülerler, kimisine olmayacak işler yaptırırlar, kimisi ise ormandan çıkınca oradaki anlarını hiç hatırlamaz… Sonuçta girdiğiniz gibi çıkmazsınız o ormandan. İşte o dağa çıktığımız, o ormandan geçtiğimiz, binlerce kapının altında binlerce adım attığımız ve tilki heykellerinin bizi gözlediği, yağmurun ve kuşların bize eşlik ettiği o akşam, kendimi öylesine bu dünyanın dışında, üstünde hissetmiştim ki, şehrin ışıklarını görmek rüyadan uyanmak gibiydi, çok tatlı bir uykuya dalmışken annemle babamın “Hadi yavrum kalk, geldik” diye dürtmesi gibiydi. Etrafımı çevreleyen bu gerçeklik benim alışkın olduğumdan o kadar farklıydı ki, masal gibi hissetmem hiç tuhaf değildi belki de. Ama işte o büyülü atmosferin sınırına gelmiştim ve birkaç adım daha, sonra “normal” modern şehrin sınırlarına yeniden dahil olacaktım…

Bir atmosferin insanın hisleri üstündeki muazzam etkisi, bu gücü inanılmaz. Ben de, Alp de o gün oradan ayrılırken sanki başka bir gerçekliğe gidip gelmişiz, sanki o mitolojik dönüşüm hikayelerinden birinden geçmişiz gibi hissetmiştik. O günü sonradan konuştuğumuzda bu his ortaktı. Ve iyi ki herkes ayrılırken oraya gitmiş, iyi ki karanlıkta ormandan geçmiş, iyi ki yağmura denk gelmiştik. (Normalde yağmura denk gelmekten nefret eden bir insan olarak benim bunu söylemem inanılmaz!) Yolu düşecek olan olursa, kesinlikle bu tapınağa uzun zaman ayırmasını, ormanın tadını çıkarmasını ve akşamüstü gitmesini tavsiye edebilirim.

  • – – –

O günden beri çok daraldığım, çok bunaldığım günlerde “hatırlanıp düşünülecekler” sandığımda birkaç seyahat anısı biriktirdim. Tüm bunların içinde en nadide olanları Japonya’ya ve Bali’ye ait olanlar ve bu şaşırtıcı değil, tesadüf de değil. Ancak bilhassa o dağın eteğindeki tapınakta geçen o akşam, işte o hepsinin önünde… Ne zaman o akşamı düşünsem başka bir aleme yolculuk yapıyorum. İnsanlar canınızı türlü şekillerde sıkabilir, nice güzel şeyi de bozabilirler. Ama bu gibi hatıraları bozamazlar. Bunlar belki de bu yüzden gerçekten sahip olabildiğimiz tek şey…

Seyahat etmeyi inanılmaz özlediğim bu zamanlarda, her hatırladığımda içime dinginlik veren bu anının aklıma düşmesi tesadüf değildi, biliyorum.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s