Kendisinden “çay tiryakisi” olarak bahseden çok kişi bulursunuz. Ancak ülkemizde bu çoğu zaman çayı öldürene, canını çıkarana, ağzı buracak hale getirene dek haşlayan (“demlemek” demeye dilim varmıyor) ve klasik siyah çay dışındaki beyaz, yeşil, kırmızı çayları “çaydan saymayan”lar tarafından sahiplenilen bir titr olduğu için, doğrusu kendimi hiç “çay tiryakisi” olarak tanımlamadım. Ben olsam olsam “çaysever” olabilirim, zira “ille de şu aromada, bu renkte, şu tipte” diye bariyerler koymadan, önyargıyla yaklaşmadan, demlerken özen göstererek seviyorum onu, bence gerçek bir sevgide olması gerektiği gibi…

Ne zaman önce aldığım, bir gün denemek üzere beklettiğim bu menekşeli çikolatalı çay da, adeta koşulsuz sevgimin bir karşılığını verdi bana. Fortnum&Mason’a girdiğimde, çok ilginç bir bileşim olacağını düşündüğüm için denemek amacıyla almıştım bunu, ama doğrusu bu kadar vurulacağımdan haberim yoktu! Piyasada başka çikolatalı çaylar bulmak mümkün, ki Kusmi’ninkini de çok beğenerek içiyorum. Ama ya menekşe? Onun kattığı rayihanın muhteşemliğini, hele çikolatayla bu kadar uyumlu olacağını kim bilebilirdi ki? Fortnum&Mason’ın çay harmanlayıcı uzmanları bilmişler çok şükür!
Doğrusu çay harmanlarında narenciye kabukları ya da gül yaprakları kullanmak çok yaygın olsa da, menekşe pek kullanılan bir nota değil. Benimse menekşe aromasına büyük bir sempatim var, sebebi de anneannemin ben küçükken aldığı açık mor renkli menekşe şekerleri… Neden bilmem, Türkiye’de hiç menekşe şekeri yapıldığını görmedim. Yıllar sonra Fransa’da rastlayınca pek mutlu olmuştum, o koku beni çocukluğuma götürmüştü… Bu çayı sevmemde bunun etkisi var mıdır? E vardır tabii! Sonuçta koku dediğimiz şey, yeteneklisine ıhlamur ve madeleine kekten yola çıkıp binlerce sayfa yazdırabiliyor! (Ama ben bir Proust olmadığımdan blog yazısıyla idare edeceksiniz!)
İşte bu çayda, çikolatanın verdiği sıcaklığa menekşenin derin ve zarif notaları eklenmiş… Ortaya harikulade bir kırmızı çay çıkmış. Bu siyah bir çay değil evet, kırmızı bir çay. Parfümümsü bu notalar gayet belirgin, ama çayın kendi bitkisinden, camellia sinensisten gelen notası da kesinlikle tamamen örtülmüş değil. Kırmızı, parlak ve berrak bu çayı içmek, rengiyle de kokusuyla da insanın kendine yaptığı bir iyilik gibi… Ne yazık ki kutuda yalnızca 15 paket var ve ben hem her gün içmek hem de kıyamayıp bitirememek arasında devamlı gidip geliyorum! Ey Chocolate Violet Tea, bilseydim senden kutu kutu alırmışım! 700 ml, hatta 800 ml suyu tek bir paket mükemmelen demliyor. (İyi çaya verdiğim paraya hiç acımayışım biraz da bu yüzdendir, her zaman karşılığını alırsınız.) 85-90 derece bir sıcaklık ideal, çayı yakmayalım. Ve tabii önce suyu koyalım, çayı üstüne bırakalım, o yavaşça demlensin… Beş dakika içinde o parlak kırmızı rengini alacak, ve işte içime hazır… Bu arada çayın rengi ışığa, çekilirkenki açıya, fincanın rengine göre çok değişiyor. Normalde bu çay için başka bir antika fincan kullanıyordum, ancak rengi sarı olduğu için bu çayın gerçek rengini değişik gösteriyordu. Ben de sonra başka bir fincan seçtim, Kraliçe II. Elizabeth’in tahta çıkışının 25. yılı şerefine üretilmiş bir Royal Albert porselen fincan bu. Kraliyet için çay harmanları yaratan bir çayevine uygun bir fincan, değil mi?
Çayı bu kadar övdüm diye, herkesin bu çaya bayılacağını varsaymamak gerekir elbette. Sadece son derece güçlü ve isli pu’erh çay içen arkadaşınıza bunu almadan önce bence bir daha düşünün! Bir de şu var, böyle parfümsü notalı bir çay içebilmek için kesinlikle çayı belli kurallara hapsetmeyen bir zihin açıklığıyla oturmalısınız başına. Örneğin ben de normalde “sallama” tabir edilen paketli çaylardan pek haz etmiyorum, telanın tadını aldığımı hissediyorum. (Gerçi bundan rahatsız olan epeyce insan olduğu için bazı üst düzey çay firmaları buna yıllar önce ipek kumaş keseler veya ona muadil dokular kullanarak bir çözüm buldular.) Ancak bu çayın dökme versiyonu olsaydı, muhakkak ki alırken onu tercih ederdim. Lakin yoktu, zira sadece poşet paketli olarak üretilmiş. Ve ben eğer “Tek tek kumaş keseciklere konmuş da olsa sallama sallamadır” deyip almamış olsam, bu güzellikten mahrum kalacakmışım. Ne aptallık olurmuş ama! Prensipler şüphesiz iyidir, ama prensipli olmakla katı olmak arasındaki farkı anımsamam için hayat ara sıra böyle küçük hatırlatmalar yolluyor sağolsun.


Eh, çaydan bu kadar bahsedip, rayihasını bu kadar övdükten sonra onu yaratan markayı anmamak olmaz, hele ki bu marka Fortnum&Mason gibi köklü bir çay markasıysa! Aslında Fortnum&Mason sadece “çaycı” değil, mağazalarına girdiğinizde fark edeceğiniz gibi, kaliteli yeme&içme ürünlerinin olduğu bir mağaza, bir nevi Fauchon’un İngiliz versiyonu… Taa 1707 yılında, Londra’nın merkezi Piccadilly’de temelleri atılan bu mağazayı ünlü kılan şeylerden biri ise kraliyet ailesi tarafından bile tercih edilen çay harmanları yaratmaları… Bunların en ünlülerinden biri, 1902 yılında Kral Edward için yaratılmış Royal Blend adlı harman, keza kahvaltı için tercih edilen Breakfast Tea ve daha çok beş çayında tercih edilen, bol bergamutlu Earl Grey‘leri de klasikleri arasında… Ancak benim mağazaya dair en sevdiğim şeylerden biri, aynı notaları hem siyah hem de yeşil çayla sunmaları, ki birçok iyi çayevi bunu yapıyor. Böylece örneğin kurutulmuş şeftali, gül yaprağı ve portakal kabuğu eklentisinin siyah çayda nasıl, yeşil çayda nasıl sonuç verdiğini kıyaslayarak deneyebiliyorsunuz. Evet, sonuçta ikisi de aynı bitki, hatta aynı bahçenin mahsulü çaylar bile olabilirler (yeşil çayla siyah çayı farklı bitkiler olarak düşünenler için minik bir not, hayır, tamamen aynı bitkiler. Siyah çay, yeşil çaya kıyasla daha uzun işlem görüp daha çok oksitlenmiştir sadece) ama oksitlenme seviyelerindeki farklılık, doğal olarak hem çay bitkisinin kendi tadını hem de harmanın tadını değiştirir. Fortnum&Mason’da ise hem klasik harmanlar böyle birkaç tip farklı seçenekle sunuluyorlar hem de başka yerlerde bulunamayacak, ecnebilerin deyimiyle signature harmanlar var, tıpkı bahsettiğim Chocolate Violet Tea gibi… Böyle deneysel bileşimler için kendilerine minnettar olmamız da çok doğal elbette…
Çay, gerçekten bin yıllardır demlenip içilen, hayatımıza dahil olmuş, kadim bir bitki ve bu tarz her bitki gibi onlarca çeşitte hazırlanıyor, demleniyor, içiliyor. En az şarap kadar, viski kadar teruarın, harmanların, kokuların, çeşitlerin bol ve fark yaratıcı olduğu bir alan çay alanı. Bu yazı size en azından bununla ilgili bir fikir verebildiyse kendimi mutlu sayacağım bu yüzden. Londra’ya yolunuz düştüğünde, bence bu mağazada geçirmek için kendinize gerçekten vakit ayırın, farklı çayları koklayın, çay almakla ilgileniyorsanız mağazanın köşelerine konumlanmış desklerin arkasında bekleyen çay satış uzmanlarından yardım istemekten çekinmeyin. Keza gittiğiniz ülkelerin farklı çayevleri varsa, tıpkı o ülkenin ünlü lezzetlerini tadar gibi, çaylarını da tatmanızı muhakkak öneririm, bilhassa Asya ülkeleri için tabii. Tüm bunlar, belki o güne kadar fark etmediğiniz zengin ve zevkli bir alanın kapısını size açabilir. Popüler edebiyat dergilerinde parçalanan “çay edebiyatı”nı boşverin. Klasik, farklı, uyumlu, deneysel, güçlü veya yumuşak, biz iyi çayın peşinden koşalım…