2018’de denk gelen, önerilen birçok güzel kitaptan sonra, 2019 bu yüksek çıtaya ulaşmaya çalışan bir seneydi esasen. Neyse ki pek hayal kırıklığına uğratmadı. En şiddetle önerdiklerimin dışında kalanların bile çoğu çok iyi kitaplardı.
Yıla, bu yıl okuduğum kitaplar içinde bende en çok iz bırakan üç taneden biri olan Bir Alman’ın Hikâyesi ile başladım. Aslında daha öncesinde elimde olan bir kitaptı ve doğrusu kitaplığımda bunca zaman beklettiğime bile üzüldüm. Hitler Almanyası, Naziler, 2. Dünya Savaşı üzerine çok şey okuduk, ama muhtemelen hiçbirimiz “sıradan” ve “içeriden” insanların, savaş ilanı ve toplama kampları gibi meselenin “gümbür gümbür” bariz olduğu dönemlerden çok daha önce gerçekleşen, ama tam da bunları sağlayan dönüşümlere, ince zihinsel değişim detaylarına dikkat çektiği anılarını okuyamadık, bu yıllara dair çok izlenim edinemedik. Haffner ise bunu üslup olarak da o kadar güzel anlatıyor, öyle detaylara dikkat çekiyor ki, “Nasıl olmuş da tüm bunlar olabilmiş?” sorusunun cevabını faşizm araştırmaları veya uluslararası siyaset kitaplarından çok daha iyi ve insana temas eder bir boyutta gösterebiliyor. Belli ki kişisel olarak da çok keskin ve duru bir gözlem gücü varmış. Kesinlikle okunması gereken bir kitap! (-ki 2020’ye de yine Haffner’in Hitler Üzerine Notlar‘ı okuyup hayran kalmakla başladım.)
Yılın benim için diğer en iyi iki kitap keşfi de Maupassant’ın Bel-Ami‘si ile Suat Derviş’in Kendine Tapan Kadın‘ı oldu. Bel-Ami, Fransa’nın dönüşüm yıllarında sınıf atlama merakının sadece merakta kalmayıp nasıl da uygun koşullarla buluşma imkânı bulduğunu harika biçimde gösteren, gerçek bir toplumsal dönüşüm romanı. (Bu romanın Maupassant’dan epeyce otobiyografik özellik taşıdığını da belirteyim bu arada!) Soyluluk taklidini profesyonelleştirenler, evlilik yoluyla sınıf atlama çabasındaki erkekler (evet, erkekler!), değerler sisteminin hiç olmadığı kadar hızlı alabora oluşu vs. derken, bu zelzelelerin parasız kalan aristokratlar için düşüş olması kadar, taşradan gelip Paris’te tutunmaya çalışanlar için nasıl bir fırsat olduğunu da görüyoruz. Son olarak, Bel-Ami Maupassant’ın pek sevgili teknesinin adıymış aynı zamanda. Bunu da Paris’te mezarını görünce öğrendim, zira teknenin isim yazan parçası mezarının üstüne konmuştu. Ve evet, gittiğim ülkenin edebiyatına yönelik okumalar yapmak kesinlikle meyvelerini veriyor. Gezdiğiniz bir kiliseye, romanda bahsedilen (ve hiçbir guide’da bulamayacağınız) toplumsal anlamların gözlüğüyle bakıyorsunuz, örneğin La Madelain Kilisesi’nin 1800’lerin başında taşradan gelip sınıf atlama çabasıyla davrananların o dönemki gözde kilisesi olduğunu bilerek… Bu anlamda Balzac’ın Çalışanın Fizyolojisi kitabı da toplumsal dönüşüm temasıyla uyumluydu; bugün müze ruhuyla gezdiğimiz eski devlet yapılarının içinde bir zamanlar çalışmış, para getirmese bile hiç olmazsa statü sunan küçük memuriyetleri elde etmek için çırpınmış orta sınıfın hayatına -elbette epey hicvederek- göz atma imkanı sağladı. Yine Balzac beylerin Parfümcü Cesar Birotteau’nun Yükselişi ve Düşüşü romanı -ve bahsetmezsem ayıp olur, Vedat Ozan’ın romana yazdığı fevkalade zenginleştirici önsözü- çok iyiydi. Bir ara o romanı, Balzac’a ilham veren parfüm dükkânıyla birlikte yazmak gerek!


Suat Derviş’in Kendine Tapan Kadın‘ına gelince… Aslında bu roman da sınıf atlama telaşına ve bunu evlilik yoluyla yapmaya çalışan bir karaktere sahip. Ancak biz bu kez karakteri kendi ağzından hiç dinlemiyoruz, onu hep uzaktan, ona dair anlatılanlardan tanıyoruz. Bu roman, hem Suat Derviş’in romancılık ve gazetecilik hayatında sürekli üstüne eğildiği yoksulluk, sınıf atlama gibi temalara sahip, hem de harika karakter tahlilleri içeriyor. Duygusal anlamda da beni çok etkileyen “kötü”lere sahip bir roman. Tek handikapı, vaktiyle gazetede tefrika edildiği için her tefrika romanda görülen, okura olayları hatırlatmak için yerleştirilmiş ara tekrar cümlelerine sahip olması, ama bunu da ilk yayımlanma koşulu yüzünden hoş göreceğiz artık. 1930’ların İstanbulu’na alıp götüren, cumhuriyetin ilk yıllarının toplumsal devinimine ayna tutan bu romanı da bence muhakkak okumalı. (Evet, iki romanın da temaları birbirine çok benziyor, benzer dönüşümlerin iki farklı coğrafyadaki kendi zamanlarında yaşanan tezahürü… Bu toplumsal dönüşüm teması çok hoşuma gittiği için bu iki romanı çok beğenmem tesadüf değil tabii, nitekim daha önce okuduğum Nazlı Kar‘ı da hep hayatımda okuduğum en iyi romanlar arasında sayarım.)
Gelelim diğer çok beğendiklerime… Bu yılın kendi açımdan en iyi yazar keşfi Melisa Kesmez oldu. Üç kitabını da üst üste okudum ve hepsini çok iyi buldum. Ancak her ne kadar Sait Faik Öykü Armağanı’nı Nohut Oda‘yla almış olsa da, beni en çok etkileyen kitabı Bazen Bahar oldu. Aslında teknik açıdan Nohut Oda çok daha olgun, yetkinleşmiş bir öykücülüğün izlerini taşıyor, bu kesin. Ama Bazen Bahar‘daki “hamlık” -kesinlikle olumsuz anlamda kullanmıyorum- bence çok arzulanan bir hamlık: bazı şeyleri o tazeliği, yeniliği içinde seversiniz, kusurları onu daha da güzel yapar. Üstelik Bazen Bahar bence daha “kadın sesli” bir kitap, orijinallik ve otantiklik bakımından, -ve tam da bu yüzden içine girmesi özellikle erkekler için daha zor. Bu konuda erkeklerin kadın sesi baskın, kadın dili belirgin kitaplar okumakta, onun kurgusuna girmekte zorlandığını gözlemliyorum. Çünkü kadınlar sürekli erkek yazarların romanlarını okuya okuya, erkek yönetmenlerin filmlerini izleye izleye, erkek konuşmacıları dinleye dinleye erkek dünyasını tanıyor, ona aşinalaşıyorlar. Erkeklerden kadın dünyasına yönelen benzer bir yoğunluktan ve çabadan bahsetmek ise hiç mümkün değil ne yazık ki. O yüzden erkeklerin de aynı çabayı göstermesi, bir süre adeta “yabancı dilde” kitap okuyor gibi hissetseler bile bence bu aşinalığı geliştirmeleri gerekiyor, naçizane tavsiyem…
Su Kürü, bu sene okuduğum en yaratıcı kurguya sahip, en vurucu, alt üst eden romandı. Gerçekten kurgusuna hayran kaldım. Ne kadar farklı bir anlatım tarzı… Konusunu sevmeyebilirsiniz, distopik hali yorucu gelebilir, hepsi mümkün, ama bence anlatımına, keskin cümlelerine, vuruculuğuna hayran olmamak mümkün değildi. Ben fazladan konusunu da sevdim. Aile kurumunun parlak ve cilalı kabuğunun altındaki kofluğunu göstermesini, “baba” sistemine destek veren “anne”leri de işaret etmesini, kız kardeşler arasındaki çekişmeleri göstermesini çok beğendim. Bence sırf yenilikçi tarzı yüzünden bile okumayı denemeli…
Yapayalnız, bir grafik roman olarak az cümleyle çok şey anlatan, muhteşem detaylı çizimleriyle resim gibi seyredilen, çok da dokunaklı bir hikâyeye sahip bir kitap… Bence bu da ıskalanmamalı, uzun vakte yayarak okunmalı, hatta bir daha okunmalı.
Evlenilecek Kadın, Atwood’un yayımlanan ilk romanı olarak, onun ne kadar muazzam bir öngörüye sahip olduğunu göstermesiyle beni çok çarptı. Henüz 68 Hareketi başlamamışken, ikinci dalga feminizm tüm dünyaya yayılmamışken, Etin Cinsel Politikası‘nın yazılmasına ise daha yıllaaar yıllar varken Atwood gerçekten bunları öngörmüş, didaktikliğe hiç düşmeden romanlaştırmış. Bu romanla ilgili uzun bir inceleme yazdığım için lafı kısa kesiyorum, ama bence retrospektif bir bakış için bulunmaz bir fırsat bu roman! (Yazıyı okumak isteyen olursa buyursun: https://t24.com.tr/k24/yazi/dongusel-bir-zamanda-donusumun-hikayesi,2411 )
Drina Köprüsü üstüne çok fazla laf edesim gelmedi, “klasik” lafının hakkını veren bir klasik, ne daha az ne daha fazlası. Sadece şunu söyleyeyim ki, herkese uyabilecek bir anlatım tarzına sahip değil. Başlayıp sevmez, sevseniz de devam edemeyip bırakırsanız suç sizde değil. Ama severseniz, muazzam bir Balkanlar panoraması okumuş olursunuz.
Düzcinsel, söz konusu insan olduğunda “biyolojik cinsiyet” adı altında yapılan kodlamaların bile ne kadar taraflı olduğunu, insanın cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim meselelerinde bildiğimizden çok daha karmaşık olduğunu tarihî, biyolojik, tıbbî ve hukukî süreçler bağlamında harika biçimde gösteren bir kitaptı. Bildiğimizi zannettiğimiz şeyleri bile ne kadar az bildiğimizi gösteren kitaplara bayılırım ve bu konuda epey şey okuyor olsam bile ne çok şeyi bilmediğimi yüzüme vuran bu kitaptan çok şey öğrendim, kesinlikle tavsiye ediyorum.
Yılın benim için diğer öne çıkan kitapları olan Hatice Meryem’den Yetim, Şebnem İşigüzel’den İyilik, Zeynep Kaçar’dan Kabuk “vurucu” ve “sert” olma noktasında birleşiyorlar. Kabuk bir adım daha önde, diğer ikisinde yazarlar bir parça daha şefkatli karakterlerine. Üçü de iyi romanlar, çok tavsiye ederim. Mrs. Stone’un Roma Baharı da oyun yazarlığıyla tanıdığımız Tennessee Williams’ın iyi bir romanı. Atsuko Ichijo ve Ronald Ranta’dan Yemek ve Ulusal Kimlik de bence yemeğin ne kadar politik bir konu olduğu üzerine okuma yapmak isteyenler için giriş aşamasında, derli toplu bir kitap.
Son olarak Gaflet… Gaflet‘i bu yılın benim için en iyi kitapları arasında koymam belki yanlış anlaşılabilir diye korktum önce, çünkü içinde benim de bir makalem var. Ama kendimi açıklarsam yanlış anlaşılmayacağımı umarak onu da önermek istiyorum. Türkçe yazıp “büyük” isimler arasına girenlerin bir tür dokunulmazlığı var, bir tür eleştirilemezliği… Onlar üstüne ancak “incelemeler” yayımlanıyor, “eleştiriler” değil. Bunu ilk Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam‘ı üzerine bir yazı hazırlarken fark etmiştim. “Bu karakterin diğer bütün özelliklerinin yanında, aynı zamanda kadınları taciz eden, manipüle eden, oldukça da saldırgan bir karakter olduğunu fark eden ilk okur ben olamam ya canım” diyordum, “illa ki üzerine yazılmış birçok şey vardır.” Şaşırtıcı şekilde yoktu. Dijital alanda yoktu. Ünlü eleştirmenlerin kitaplarında yoktu. YÖK’ten tezleri taramıştım, onlarda da yoktu. Sokak ortasında kadınları durdurup öpen, evet bu kadar bariz hareketler yapan bir karakterin cinsiyetçiliği üzerine yazılmış hiçbir şey yoktu. (En azından bu kadar araştırmaya rağmen ulaşabildiğim bir yazı olmamıştı!) O kadar şaşkındım ki! Şimdi adını vermeyeyim, bir arkadaşım “Kimse Yusuf Atılgan üzerine böyle bir şey yazmaz” demişti. Galiba hakikaten öyleydi. Ben o yazıyı yazdım. (Merak edenler için linki şu: https://t24.com.tr/k24/yazi/aylak-adam,1621 ) Sonra Sema Kaygusuz ve Deniz Gündoğan İbrişim, o yazı üzerinden bana ulaşarak akıllarında tam da bu yazıda yapmaya çalıştığım şeyi yapmayı hedefleyen bir kitap projeleri olduğundan bahsettiler. Sevinçle kabul ettim ve yine o “büyük” isimlerden biri olan Kemal Tahir üzerine yazmayı seçtim. Makaleler tamamlandığında, sonuçta gerçekten bambaşka bir kitap ortaya çıktı; hırsla vurmadan derdini anlatan, büyük yazarların da eksik, yanlış ve hatalı oldukları yanları olduğunu ve bunların konuşulabileceğini gösteren, edebiyatımızdaki “cinsiyetçi sinir uçlarını” işaret eden bir kitap. Bu kitaptaki bazı makaleleri bildiğim şeyleri derli toplu biçimde bir araya getirdiklerini gördüğüm için beğendim, bazılarını ise kafamdaki daha önce hiç ışık girmemiş odaların varlığını fark etmelerini sağladıkları için. Ciddi anlamda emek harcayarak okudum, okurken bazı başka yan okumalar yaptım ve kitabı bitirdiğimde başladığım yere kıyasla epey yol aldığımı fark ettim. O yüzden, özellikle de feminizmle ve/veya cinsiyetçilikle ilgilenenler başta olmak üzere, edebiyatın “nasıl okunduğu, nasıl okunabileceği ve nasıl yazılması gerektiği” meselesi üzerine düşünenlerin Gaflet‘i ıskalamadan okuması gerektiği kanaatindeyim. (Keza Sezen Ünlüönen’in Birikim‘de Tutunamayanlar üzerine nefis bir cinsiyetçilik analizi yayımlanmıştı, bence onu da okuyun! https://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/8714/tutunamayanlar-da-ev-hayati-kadinin-yeri-kadinin-sesi#.XhXZe1Uza71 )
Bu yıl, hayatımda en çok kadın yazar okuduğum yıldı. Ve bu bana çok iyi geldi. Cinsiyetimiz, ister istemez büyüme koşullarımızdan hayatı algılayışıma birçok şeyi etkiliyor. İstediğiniz kadar cinsiyet kimliğinizi ön plana koymadığınızı düşünün, toplum size ona göre davranıyor; başınıza gelen ve gelmeyen pek çok şey bununla direk alakalı iken hayat tecrübelerinden çok etkilenen yazma eyleminin bundan azade olması mümkün değil. Sürekli erkek gözünden, erkek temalarıyla, tanıdık akışlarla okumalar yapmak bir süre sonra yeknesak ve hatta sıkıcı hale geliyor. Bir küçük tavsiye, bence okuma listelerinize göz atın ve tamamına yakınının erkek yazar olduğunu görünce şaşırmaya hazır olun!

İçimde Bir Kedi | Eda Günay | Ayizi |
Yetim | Hatice Meryem | İletişim |
Bir Alman’ın Hikâyesi | Sebastian Haffner | İletişim |
İyilik | Şebnem İşigüzel | İletişim |
Kendiyle Dost Olmak | Wilhelm Schmid | İletişim |
Ağaçlar | Hermann Hesse | Kolektif |
Metal Hayatlar | Berna Durmaz | İletişim |
Islak Balık | Volker Kutscher | İletişim |
Devran | Selahattin Demirtaş | İletişim |
Mrs. Stone’un Roma Baharı | Tennessee Williams | İletişim |
Çalışanın Fizyolojisi | Honoré de Balzac | Vakıf Bank |
Bel-Ami | Guy de Maupassant | İletişim |
Kitaplık | Lydia Pyne | İthaki |
Kendine Tapan Kadın | Suat Derviş | İthaki |
Parfümcü Cesar Birotteau’nun Yükselişi ve Düşüşü | Honoré de Balzac | Everest |
Nohut Oda | Melisa Kesmez | İletişim |
Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz | Melisa Kesmez | İletişim |
Bazen Bahar | Melisa Kesmez | İletişim |
Yemek ve Ulusal Kimlik | Atsuko Ichijo – Ronald Ranta | Ayrıntı |
Doğu Yolculuğu | Hermann Hesse | Can |
Kabuk | Zeynep Kaçar | Doğan |
Gaflet | der. Sema Kaygusuz – Deniz Gündoğan İbrişim | Metis |
Evlenilecek Kadın | Margaret Atwood | Doğan |
Normal Nefes Almaya Devam Edin | Hakan Bıçakcı | İletişim |
Osmanlı “Hanımları” Mutfakta | der. Abdullah Uğur | İletişim |
Su Kürü | Sophie Mackintosh | Can |
Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı? | Hatice Meryem | İletişim |
Şeytan Geçti | Aslı Tohumcu | İletişim |
Yapayalnız | Chabouté | İletişim |
Kambur | Şule Gürbüz | İletişim |
Kural Tanımayan Bir Moda Kılavuzu | Eda Çakmak | Ayizi |
Tutkulu Perçem | Sevgi Soysal | İletişim |
Drina Köprüsü | İvo Andriç | İletişim |
Enişte Risalesi | der. Tanıl Bora – Mustafa Çiftçi | İletişim |
Şimdilik Her Şey Yolunda | Ursula K. Le Guin | Metis |
Düzcinsel | Hanne Blank | İletişim |
Okumakla kurduğum ilişkiyi izlemekle bir türlü kuramadığımı artık kabulleniyorum ve yapabildiğimi yapmakla yetiniyorum Mesela hepiniz Black Mirror’ları izlediniz değil mi? Ben işte anca onları izlerken bir yandan da eski kült filmlere bakıyorum biraz “Hmm bunlar neymiş, nasılmış?” diye, biraz da yenilerine yetişmeye çalışıyorum. (Bu arada evet, bu sene Black Mirror bölümlerini de listeye dahil ettim, çünkü düşününce onların da film kategorisinde değerlendirilmesi lazım gibi geldi.)
Kültlerden Mata Hari, Greta Garbo’nun oynadığı ünlü ajan Mata Hari’nin filmi, 1931 yapımı. 1930’larda 1. Dünya Savaşı filmleri patlamış ve çok benzer başka “aşık olup kendini mahveden ajan” filmi var. Dishonored da neredeyse onun Marlene Dietrich’li versiyonu, hikâye çok benzer, ama Dietrich çok daha karizmatik bir oyunculuk performansı sergilemiş… Rebecca ise bence Hitchcock filmi olmasa hiç o kadar övülerek anlatılacak bir film olmazmış, bana pek hitap etmedi.
Yeni filmlerden Emin Alper’in Kız Kardeşler’i favorim oldu. Filmde bazı kusurlar olsa bile, herkesin bildiği ama pek konuşmadığı “beslemelik” tabusunu ele alması, buna sınıfsal bakışı çok iyiydi. Kadınlar arası hiyerarşiye, kız kardeşlerin hem birbirleri için sığınak olurken hem de kendi içlerinde didişmelerine yaklaşımını çok sevdim. Hele o yayık sahnesi unutulur gibi değil, o duygusal yük çok etkileyiciydi. Diğer yeni filmlerden And Then We Danced güzel, Cold War iç burkucu, Marriage Story sinir bozucu, Joker insanın psikolojisini darmaduman edici bence. Your Name ise harika bir animasyon. Ama yılın en etkilendiğim filmi Parasite oldu kesinlikle. Filmden çıktığımda darmaduman olmuştum; film o kadar insanın içine işliyor ki, salondan çıktığımda sanki hayatımı rol yaparak geçiriyormuşum gibi hissedip birçok şeyi sorgulama ihtiyacı duydum. Ajitasyona kaçmaması ayrıca takdir edilesi, ama Kore sinemasının o sevdiğim “hafif” gibi gözükürken insana sol kroşe çakıveren anlatım dilini kullanması benim açımdan özellikle tatmin ediciydi.
Vazgeçemeyip yeniden izlediğim birçok şey de var, çünkü klasikleri seviyorum -her alanda… Mesela Chicago (tabii canlı müzikalini izlemek daha güzeldi ama olsun, bir daha ne zaman canlı müzikalini izleyebileceğim kim bilir!), My Neighbor Totoro, A Clockwork Orange gibi… Yalnız kendimde şöyle beni şaşırtan bir şey fark ettim, ben A Clockwork Orange’ı ilk izlemeye çalıştığımda izleyememiştim, çünkü şiddet sahnelerine dayanamamıştım! Midem bulanmış, ellerim titremişti, çok kötü olmuştum. Şimdi ise o kadar rahat izledim ki o sahneleri… Şiddeti görmeye, şiddetin görselleştirilmesine ne kadar alışmışım demek -ki ben öyle pek şiddet içeren şeyler izlemiyorum güya. Şiddete duyarsızlaştığımı fark etmek beni epey üzdü. Demek bir de Haneke’leri izlesem ne hale geleceğim!
Dizi olarak ben çok bir şey takip edemiyorum. Birincisi genelde “bitmiş, tamamlanmış dizi izleme” alışkanlığım yüzünden, ikincisi yine benim izlemeyle kurduğum (daha doğrusu kuramadığım) ilişki yüzünden. Bu yıl Game of Thrones’ları izleyip son sezonda izleyicilere “yetiştim”, Love, Death and Robots’u izleyip genelde çok beğendim. Bitmemiş olmasına rağmen The Crown’u dayanamayıp izledim, gerçekten çok zevk veriyor izlemek. Çerez niyetine izlediğim yeni nesil Sabrina da çok eğlenceli bu arada, ama o kadarla kalmıyor, çünkü gayet feminist bir versiyona çevirmişler, bayağı bayağı hoşuma gitti! Hem kafa boşaltmalık hem de nitelikli bir şey bulmak kolay değil ne de olsa. Sanırım bu yıl içinde başka bir dizi izlemedim, hepsi bu kadar…
Evet, geçen seneki kadar “verimli” bir izleme yılı geçirememişim, ama kısmet yeni yıllara artık…
Dishonored (1931) | Josef von Sternberg | 7 |
Mata Hari (1931) | George Fitzmaurice | 6 |
The Big Lebowski (1998) | Coen Kardeşler | 6 |
A Clockword Orange (1971) | Stanley Kubrick | 10 |
Fifteen Million Merits (2011) | Euros Lyn | 9 |
USS Callister (2017) | Toby Haynes | 8 |
The National Anthem (2011) | Otto Bathurst | 7 |
The Entire History of You (2011) | Brian Welsh | 7 |
Be Right Back (2013) | Owen Harris | 6 |
White Bear (2013) | Carl Tibbetts | 9 |
The Waldo Moment (2013) | Bryn Higgins | 7 |
White Christmas (2014) | Carl Tibbetts | 9 |
Nosedive (2016) | Joe Wright | 9 |
Playtest (2016) | Dan Trachtenberg | 8 |
Shut Up and Dance (2016) | James Watkins | 8 |
San Junipero (2016) | Owen Harris | 9 |
Men Against Fire (2016) | Jakob Verbruggen | 9 |
Metalhead (2017) | David Slade | 7 |
Hang The DJ (2017) | Timothy Van Patten | 9 |
Ölümlü Dünya | Ali Atay | 7 |
Joker (2019) | Todd Philips | 9 |
Chicago (2002) | Rob Marshall | 8 |
Cold War (2018) | Pawel Pawlikowski | 8 |
And Then We Danced (2019) | Levan Akin | 7 |
Rachel, Jack, and Ashley Too (2019) | Anne Sewitsky | 7 |
Parasite (2019) | Bong Joon Ho | 10 |
Rebecca (1940) | Alfred Hitchcock | 6 |
My Neighbor Totoro (1988) | Hayao Miyazaki | 10 |
Marriage Story (2019) | Noah Baumbach | 7 |
Crocodile (2017) | John Hillcoat | 7 |
Kız Kardeşler Your Name (2016) | Emin Alper Makoto Shinkai | 9 8 |
One thought