Bir Siyasal Körlük Noktası

*Bu yazı, ilk kez Ocak 2018’de Cumhuriyet Kitap’ta yayınlanmıştır.

Barış Ünlü, siyasi tarihimizi siyaset bilimi ve sosyoloji ışığında yeni bir gözle inceleyen, başka
çalışmalardan aldığı ilhamla özgün işler üretebilen ender akademisyenlerden biri. Bilhassa 2014 yılında yayımladığı “Türklük Sözleşmesi’nin İmzalanışı” adlı makalesi, ulus inşası konusuna getirdiği yeni perspektifle dikkat çekmişti, ki bu makale onun Dipnot’tan yayımlanan yeni kitabı Türklük Sözleşmesi – Oluşumu, İşleyişi ve Krizi’nin de temelini oluşturuyor. Ancak bu kez elimizde tuttuğumuz, çok daha detaylandırılmış, Barış Ünlü’nün farklı disiplinler arasında kurduğu zihnî bağlantıları incelikleriyle takip etmemizi sağlayacak hacimde bir metin…


Türkiye’nin, Osmanlı zamanında mutabık kalınan bir Müslümanlık sözleşmesine sahip olduğunu; cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren de bu sözleşmenin daraltılarak bir Türklük sözleşmesine dönüştürüldüğünü tespit eden Ünlü’nün bu kitaptaki öncelikli amacı, “milli tarihimiz”e ve bugüne farklı açılardan bakmamızı sağlayacak bir “tarihsel ve sosyolojik model” geliştirmek olmuş. Bu modeli geliştirirken sahip olduğu alet çantası, birçok farklı alandan beslenmesi sayesinde son derece zengin. Osmanlıcılık-İslamcılık-Türkçülük akımlarına tarihî seyri içinde bakarken Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarını kaybederek özellikle Balkan Savaşları’ndan itibaren içine düştüğü travmaların bugünkü Türklük oluşumuna etkisinden başlayarak, Hrant Dink cinayeti ve 2015’te devletin doğu illerine “operasyon” düzenlemesine kadar ilerleyen muntazam bir hat kuruyor Ünlü. Bu hat üzerindeki dönüm noktalarını bir bir tespit ederek, hem Türklük olarak tarif ettiği olgunun oluşumuna hem de bu Türklüğün krizlerine işaret ediyor.


“Türklük” derken Ünlü’nün kastettiği etnisite, vatandaşlık, ulusal kimlik veya ideolojik aidiyet değil, farklı toplumsal sınıflardan gelen, farklı ideolojilere yakın duran insanları yatayına kesen bir “ortaklık”. Bu ortaklık, benzer algılama, düşünme, duygulanma, ilgilenme ve bilgilenme hallerinden oluştuğu kadar, yine benzer algılamama, düşünmeme, duygulanmama, ilgilenmeme ve bilgilenmemeyi de içeriyor; Türkçeyi “temiz” kullanmak kadar, 1915’te gerçekte ne olduğu üzerine bilgilenme ihtiyacı hissetmemek de eşit derecede Türklükle ilgili birer bileşen olarak karşımıza çıkıyor. Bireyler, bu bağlamda kendilerinden neler yapmaları ve neler yapmamaları beklendiğini küçük yaştan itibaren öğrenerek, farkında bile olmadan Türklük Sözleşmesi’nin tarafları haline geliyorlar. Dolayısıyla soyut bir mutabakat olan Türklük Sözleşmesi, gerek devlet politikaları eliyle gerekse bireylerin günlük hayattaki davranışlarıyla somutlaşıyor ve herkesi etkileyen bir gerçekliğe dönüşüyor. Ünlü’nün yaptığı da, içinde yaşarken farkında olmadığımız gerçekliğin nasıl da hayatımızın her alanına sirayet ettiğini
göstermek… Üstelik bunu yaparken akademize üsluptan uzak durarak, konuyu son derece anlaşılır bir dille ortaya koyuyor Ünlü. Bu konuda onu ve katkılarını andığı editörü Utku Özmakas’ı ayrıca tebrik etmek gerek.


Ünlü’nün Türklüğü bir mesele olarak masaya yatırması, aslında çoğu noktada alıştığımız şeye başka bir gözle bakabilmeyi, meseleyi bir giysi gibi ters yüz edip dikişlerini sökerek ilerlemeyi gerektiriyor. Çünkü -onun büyük bir isabetle belirttiği gibi- suyun içindeki balıklar misali yaşayan Türkler olarak, kendimizi Türk olarak konumlandırmayı tercih etmesek bile hâlâ içinde olduğumuz Türklüğümüzü görmüyor, başka gruplara kıyasla ne kadar imtiyazlı olduğumuzun farkında olmuyoruz. Doğallaşan imtiyazlar, ayrıcalıklı olanların gözünde “sahip olunması normal” özelliklere dönüştüğü için üzerine düşünülmezken, sahip olmayanlar veya kaybedenler için bir o kadar fark edilir, görünür oluyorlar. Başta Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Süryaniler gibi gruplar olmak üzere birçok etnik ve dinî grubun üyesi, “büyük kalabalığın” üyeleri gibi “normal” bir hayat süremedikleri için, Türklerin sahip olduğu imtiyazlar da esas bu grupların üyeleriyle konuşunca belirginleşiyor, yani Türklüğün
içeriğini “tersten” örneklerle kavrıyoruz. Bu konuda bir başka tersten örnek de İsmail Beşikçi.
Ünlü’nün “suyun içinden çıkabilen ilk balık” olarak tanımladığı Beşikçi, bir Müslüman ve Türk olarak doğmakla Türklük sözleşmesinin ilk şartını yerine getirmiş olsa da, Kürt meselesine dair ürettiği çalışmalarıyla sözleşmenin “gayrimüslimlere ve Kürtlere yapılanları görmezden gelmek, onlarla duygudaşlık kurmamak” şartını ihlal ettiği için hem hukuki hem toplumsal yaptırımlara maruz kaldı, yıllarca hapis yattığı gibi kendi “entelektüel camia”sından da dışlandı. Benzer bedeller ödeyen Barış Akademisyenlerinden biri olan Ünlü’nün kendisi de, ortada yazılı bir metin olmasa da, sözleşmenin uyanlara ödül, dışına çıkanlara ise cezalar öngördüğünün canlı bir kanıtı.


Ünlü’nün ortaya koyduğu Türklük Sözleşmesi tezi, yöntem olarak da son derece zihin açıcı noktalar barındırıyor. Sözleşme kavramı ilk bakışta “toplumsal sözleşme” fikrini çağrıştırıyor, ancak Ünlü’yü bu tezi oluşturmaya iten esas teorik zemin, ABD’deki beyazlık çalışmaları olmuş. Çeşitli ülkelerde farklı etnik, dinî ve cinsel yönelim gruplarına yönelik ayrımcılıklar üzerine çalışmalar yapılırken, “büyük grubu” oluşturanların hep gözden kaçması, onları inceleyen çalışmaların olmaması, kuşkusuz onların “normal” varsayılmalarıyla ilgiliydi. İşin ilginç yanı, beyazların sahip olduğu ve fakat görmedikleri “doğallaşmış imtiyazlar”dan ilk bahsedenlerin iki beyaz feminist olması… Bu öncü metinlerin, onların beyaz oldukları için görece imtiyazlı ve kadın oldukları için görece imtiyazsız oluşlarının yarattığı verimli zıtlık sonucunda ortaya çıkabildiğini düşünüyorum. Nitekim bu da bize bir başka noktayı gösteriyor: Irk, millet, cinsiyet gibi birçok özellik üstünden uygulanabilen sözleşme metaforu bize mutlak bir halden bahsetmiyor; her bireyin cinsiyetine, sınıfına, eğitimine, hatta hayat hikâyesine göre farklılıklar taşıdığını görmezden gelmiyor. Fakat şu soruya cevap arıyor: Nasıl oluyor da, bu kadar farklı özelliğin bileşiminden oluşan bireyler, yeri gelince aynı konuya karşı aynı tepkileri veriyor, aynı kaçış stratejilerini uyguluyor yahut aynı duygusuzluk içinde kayıtsız kalıyor?


Bu soru, aslında bu kitabın tüm okuma serüveninin de temeli, adeta bir yüzleşme yolculuğu boyunca bize eşlik eden bir pusula. Bu yüzleşmeyi yapacak cesarete sahip olmak, ne “evrenselci” ideolojileri savunan Marksistler için kolay ne de “din kardeşliği” üstünden bir retorik oluşturan İslamcılar için. Ancak görünen o ki, bir süre önce başlayan bu yüzleşme, daha demokratik bir topluma kavuşmak için tek umudumuz. Olayların tazeliği ortalığı tozu dumana katmışken bile yakın tarihimize dönük serinkanlı analizler yapabilen Ünlü’nün kitabı, bu açıdan hepimize bulunmaz bir şans sunuyor.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s