Kahve, koku, hatıra: Bir yetişkinliğe atılma hikâyesi

İnsanın hayatında bazı yemeklerin, içeceklerin, kimi içkilerin özel bir yeri vardır ve bambaşka anıları tetiklerler. Aslında çok da fazla kahve içmememe rağmen, kahve de benim hayatımda çok özel bir şeyi sembolize eder: 15 yaşımdayken hayatımda ilk paramı kazandım ve ilk kez doğru düzgün kahve içmeye başladım. Ve bu ikisi aslında birbiriyle epey alakalıydı! Anlatayım…

Lise 1’in yazıydı, okullar daha yeni tatil olmuştu ve ben tatillerde evde felaket sıkılırdım. Bunu önceki yıllardan bildiğim için bu sene hazırlıklıydım: bence çalışabilecek kadar büyümüştüm! Vitrinler değişse, yerdeki bir taşı kırılsa fark edeceğim kadar çok vakit geçirdiğim İstiklal Caddesi de iş bakınmak için aklıma ilk gelen yerdi. Benim için oralarda bir yerde çalışmak da çok “cool” bir eylemdi zaten!

Bir arkadaşımla birlikte sözleşip caddede yukarıdan aşağıda yürümeye başlayıp yazlık eleman alabileceklerini tahmin ettiğimiz birkaç yere uğradık, form doldurduk. Yürüye yürüye Atlas Pasajı’na vardığımızda ise o zamanlar pasajın içinde, hemen girince sağdan ikinci dükkân olan Just Coffee’nin camında bir ilan gördük: Sağdaki ilk dükkân da onlara aitmiş ve dükkânların sahibi olan beyle ortağı, o yaz için çalışacak birini arıyorlarmış. Tabii hemen atladım! İlanın asılmasına sebep olan bitişikteki dükkân minicik bir butik. E ne güzel… 12’de gelip akşam 8’de çıkacakmışım, tamam. Bence her şey harika!

O gün eve gelip babama “Yazın çok sıkılıyorum ben boş boş. İş buldum bugün, çalışıcam!” diyorum, tek kaş havada dinliyor. Bir yandan kızının kendiliğinden kalkıp bir iş bulmasından gurur duyduğunu hissediyorum -serde sosyalistlik var ne de olsa!-, ama bir yandan tedirgin, kim bu insanlar acaba, güvenilir midirler? “Ben bi’ gelip göreyim orayı,” diyor. Zaten mekan sahipleri de 15 yaşında olduğumu söyleyince bi’ tedirgin olmuşlar (o yaşlardayken ben felaket büyük gösterirdim, o yüzden başta çakmamışlardı!), “Evladım ailen bir şey demesin?” modundalar. Neyse babam geliyor, karşılıklı hoşbeş… Patronlarımdan biri, Roxy’nin eski işletmecisi, pasajda birçok dükkânı var, diğeri ise eski TKP’li bir abimiz. Sonuçta karşılıklı bir güven ortamı tesis edildi, iki taraf da memnun oldu ve ben yaz tatilinde 8 hafta çalışmak üzere onlarla anlaştım.

O zamanlar daha Starbucks yok, Gloria Jeans bile yeni açılmış, insanlar kahvelerini zincir olmayan kafelerde içiyorlar. Evlerine alacakları zaman da gelip seçiyor, kesekağıdında kahvelerini alıp çıkıyorlar; Taksim’deki birçok kafe de menüsündeki kahveleri Just Coffee’den alıyor. Çeşit çeşit kahve alıp çıkanlara merakla bakıyorum, kahveyi ne kadar da çok seviyorlar! Halbuki benim kendisine dair tek bildiğim şey Nescafé tarzı instant kahveler ve Türk kahvesi; ki o zamanlar ikisinden de hiç hoşlanmıyorum ve içmiyorum. (İnstant kahveleri hâlâ da sevmem zaten!) Dükkânın sahibi Murat Abi, neredeyse hiç kahve içmemiş olduğumu öğrenince şaşırıyor ve her gün kendisine kahve yaparken yan dükkânda çalışan bana da yapmaya başlıyor. Alıştırmak için aromalı, kolay lezzetlerden başlıyor ve bir yandan da öğretiyor: “Bu french vanilla, bu chocolate raspberry, bu english toffee…” Bugün zincir kahvecilerde alışılan şuruplu tatlı kahvelerden değiller bunlar, sadece kahvede alttan alta kendini hissettiren bir aroma var. Ben de yavaş yavaş alışıyorum, seviyorum. Her gün giderek yeni kahveler tadıyorum, genel kültür ediniyorum.

Bir yandan da çalışıyorum tabii, haftalığım da 60 lira. O zamanki ben için büyük para! İlk haftalığımla kendime (hâlâ takıyorum) bir gümüş yüzük alıyorum, hatıra kalsın diye… Ama en büyük katkısı şu oluyor bana tabii, para kazanmak ne demek, çalışmak ne demek, onu öğreniyorum. Ve çok seviyorum! “Ailenin durumu iyi değil mi, neden çalışıyorsun ki?” diyen bazı sivri zekalılarla karşılaşsam da bunu takmıyorum, çünkü halimden çok memnunum. O yaşlarda bir ergen için “büyüdüğünü” göstermenin belki de en güzel yoluymuş çalışmak, bugün bakınca daha da iyi anlıyorum: Bir şey başarmanın hissiyle doluyorum, büyükler gibi çalışıp para kazanıyorum, üstelik bunu herhangi bir zorunluluk yüzünden değil kendi adıma sorumluluk alarak yapıyorum.

Hayatımın sonraki yıllarında da durum çok değişmedi aslında. Üniversite yıllarımda da tipime bakıp beni porselen bebek sananlara inat, öğrencilik hayatımı tekstilden gıdaya, modadan eğlence sektörüne birçok işe girip çıkarak geçirdim. Çünkü insanın kendi parasını kazanmasının tadını almışım, kolay vazgeçilecek bir tat da değil hani! O zaman çok çaktırmasalar da ailem de bu durumla övünüyormuş, “Koleje yolladık diye şımarmadı bizim kız, kendi parasını kendi kazanarak okudu” diyorlarmış, sonradan öğreniyorum.

Yaz sonunda biriktirdiğim paralarım, ilk iş tecrübemle kendimi feci yetişkin hissedişim ve gümüş yüzüğümle patronlarımla vedalaşıyorum. Bir hafta deniz tatil yapacağım, sonra yeni ders yılı başlayacak.


Şimdi üçüncü dalganın katı neferleri kahvede süt ve şekere bile izin vermiyorlar, aromalı kahve sevenleri ise idam ediyorlardır herhalde… Ama ben, belki de zihnimde bu kadar güzel bir dönemle eşleştiği için, o aromalı kahveleri çok sevmiştim. Ne yazık ki artık kafelerde o kahvelerin hemen hiçbiri yok. Öğrendiğim kadarıyla onları Türkiye’ye getiren distribütör kapanmış. Muhtemelen artık her yerde şurupla aromalandırılan kahvelerden sonra bunlar yeterince “tatlı” gelmemiştir, talep de azalmıştır… Sadece Kahve Dünyası gibi bazı yerler kendi dükkânlarında sınırlı bir-iki çeşit aromalı kahve satıyorlar. Kafelerde menüden seçip aromalı kahve sipariş etmek filan artık kalmadı zaten…

Fakat işte ben ne zaman french press’te kahve içsem, hâlâ aklıma yetişkinliğe adım attığım o yaz geliyor…

4 thoughts

Yorum bırakın